20 Aralık 2020 Pazar

BUDAPEŞTE

Sürekli duyduğumuz Prag mı daha güzel Budapeşte mi, sorusuna herkesin farklı bir cevabı var. Benim ise bu konuda aklım karışık:) Ancak Budapeşte' yi Prag' dan daha dinamik bulduğumu söyleyebilirim. Tabi Prag' daki pastel renkli mimariyi ve şehrin ortaçağdan fırlamış halinin topladığı puanları tartışmaya gerek yok. Aslında karşılaştırmaya da gerek yok, ikisinin de kendine özgü ruhu var ve iki şehir de çok güzel. 


Bana göre, şehirleri sevmek ya da sevmemek gidilen mevsim ile doğrudan ilgili.  Kışları soğuk geçen memleketleri ise kışın görmekle yazın görmek arasında ciddi fark var. Ben Budapeşte' ye Nisan ayında seyahat ettim ve havanın ısınmaya başladığı o günlerde şehir her saatte yaşıyordu. Özellikle bu şehre öğrenciliği çok yakıştırdım, erasmus için ideal olabilir. 


Şehrin hareketli olmasının yanı sıra, Budapeşte' de beni en çok etkileyen bir diğer etken de mimarisi oldu. Old town kısmının dışına çıksanız da şehrin mimarisi hiç değişmiyor. Orta çağ mimarisi her cadde ve sokakta kendini gösteriyor.

Budapeşte orta Avrupa' nın en büyük şehriymiş ancak buna rağmen tipik Avrupa şehirleri gibi 3-4 günde gezilebilir. Şehir Tuna nehri tarafından ikiye bölünmüş durumda. Şehrin yanı sıra Tuna nehri Avrupa' yı da doğu ve batı olarak ikiye bölüyor. 

Konaklama için Szent Istvan Bazilikası ile Parlamento Binası arasında bir bölge seçerseniz, ulaşım konusunda sorun yaşamayacağınızı söyleyebilirim. 

İstanbul- Budapeşte arası yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Havaalanından şehir merkezine ulaşım için 2 farklı otobüs alternatifi mevcut. 200 E numaralı otobüsü seçerseniz, Köbanya- Kispest'e kadar gidip, sonrasında metro ile şehir merkezine devam etmek gerekiyor. Bu otobüs ile şehir merkezine ulaşım yaklaşık 1 saati buluyor. Bizim tercihimiz ise 100 E numaralı otobüs oldu. 100 E transit olarak Deak Ferenc Ter' e ulaşıyor. Durmadan şehir merkezine geldiği için yolculuk süresi 200 E' ye göre daha kısa sürüyor. Fiyatı kişi başı 900 HUF ve toplu taşıma biletleri bu otobüste geçerli olmadığından bileti ayrıca almak gerekiyor. Havaalanından çıkıp sola döndüğünüzde bilet makinesi var, otobüs de bu bilet makinesinin hemen önünden kalkıyor. 100 E, saat başı ve buçuklarda hareket ediyor. Şehir merkezine yolculuk yaklaşık 30-40 dk. sürüyor. 

Bizim otelimiz Revay Utca üzerindeydi ve otobüsten indiğimiz nokta ile otel arası yürüyerek yaklaşık 7 dakika sürdü. Otele gidip yerleştikten sonra, vakit Budapeşte' yi keşfetme vakti:)

Budapeşte sokaklarına dalmadan önce karnımızı doyurmak istiyoruz. Daha önce not aldığın, otele çok yakın bir burgercide soluğu alıyoruz. Meatology Budapest' de soluklanıp hamburgerlerimizi yiyerek enerji topluyoruz. Burası yemek işini geçiştirmek için iyi bir alternatif. Kendi biraları ve sosları var.


Karnımızı doyurduktan sonra ilk durak; Aziz Stefan Bazilikası (Szent Istvan/ st. Setphens's Basilica).


Bu bazilika, Macaristan' ın ilk Hristiyan kralı olan St. Istvan'a adanmış ve şehrin en büyük kilisesiymiş. Kilisede Aziz Istvan' ın mumyalanmış sağ eli bulunuyor. Kilisenin uzunluğu Budapeşte' nin bir diğer ikonik yapısı olan Parlamento Binası ile aynıymış. Bunun sebebi Macaristan' da din ve devletin birbirinden üstün olmadığını ve aralarındaki eşitliği sembolize etmesiymiş. Kilisenin 96 metre yüksekliğindeki kubbesi şehrin heryerinden görülebiliyor. Kiliseye ücret ödemeden girilebiliyor ancak gözlem alanına çıkmak ücretli. 


Kiliseyi dolaştıktan sonra, tam karşısındaki güzel sokaktan Parlamento Binası' na doğru yol çıkıyoruz. 


Güzel Budapeşte sokaklarından geçerek Kossuth Meydanına ulaşıyoruz. Parlamento Binası, bu meydanda yer alıyor. Parlamento Binası, Avurpa' nın en eski yasama binası ünvanını taşıyormuş. Tuna nehrinin kıyısındaki bu görkemli yapıyı gündüz ayrı gece ayrı görmenizi tavsiye ederim. Bu tarihi yapı şehrin silüetinde yerini alan en önemli yapılardan biri. 


Parlamento Binası' nın önünden Tuna boyunca yürümeye devam ediyoruz. Az ileride, Tuna Kıyısındaki Ayakkabılar Anıtı karşımıza çıkıyor. Bu anıt, II. Dünya Savaşı' nda hayatını kaybeden yahudiler için yapılmış. Küçüklü büyüklü 60 çift 40'lı yıllara özgü bronz ayakkabıdan oluşan anıtı görüp, hikayesini okuyunca hüzünlenmemek elde değil. Hikayesi ise şöyle anlatılıyor; II. Dünya Savaşı sırasında, kadın- erkek ve çocuklardan oluşan yahudiler Tuna Nehri kıyısına getirilirler. Dondurucu soğukta ayakkabılarının çıkarılması ve yüzlerinin nehre dönük bir şekilde kurşuna dizilerek nehre düşerler. 


Ayakkabıların içlerindeki aydınlatmalar gece yanarak, atmosferi daha da etkileyici kılıyor. 

Kıyı boyu devam ettiğimizde karşımıza Chain Bridge yani Zincir Köprü (Szechenyi Lanchid) çıkıyor. 1939-49 yılları arasında yapılan Zincir Köprü, vakti zamanında iki ayrı şehir olan Buda ve Peşte' yi birbirine bağlayan ilk köprü. Köprünün hikayesinde, babasının cenazesi için nehrin karşısına geçmeyi bir hafta bekleyen ve bu sebeple sinirlenen Kont Szechenyi tarafından yaptırıldığı söyleniyor. Köprünün iki yanında yer alan aslan heykelleri dolayısıyla Aslanlı Köprü olarak da anılıyor. Dikkat ederseniz köprüdeki aslanların dili yok. Bu konuda da tabi ki bir hikaye mevcut: Köprüyü yapan Adam Clark köprüde bir kusur bulunması halinde intihar edeceğini duyurmuş. Hiç kimse köprüde hata bulamazken, bir çocuk aslanlarının dilinin olmadığını fark etmiş ve Adam Clark sözünde durarak köprüden atlayarak intihar etmiş. 


Köprüden Buda tarafına geçme kısmını yarına bırakıp, Peşte tarafında Tuna boyu yol almaya devam ediyoruz. Az ileride, Küçük Prens heykelini görebilirsiniz. Ancak heykel nehir tarafında değil de parkın içinde kalıyor. Sahilde aramayın:) Bu Prens heykelinin dizine dokununca Budapeşte' ye tekrar gelineceğine inanılıyor. Tabi ki Prens' in dizine dokunmayı ihmal etmiyoruz.


Hazır vaktimiz varken, şehri gezmeye başlamadan önce en iyi tanıma yöntemi olarak tekne turuna katılıyoruz. Turlar, gece ve gündüz, yemekli- yemeksiz değişik alternatiflerde olabiiliyor. Gündüz turlarının bazıları Margaret Adası' nda  saatlik mola veriyor. Tercihinizi turu alırken değerlendirebilirsiniz. Ben biletleri online olarak aldım. Online alırsanız, bilet çıktısını göstererek giriş sağlıyorsunuz. Turda Türkçe anlatım mevcut. 


Tekne turu saatini belirlerken, şehrin nehirden hem gündüz hem de gece ışıklandırılmış halini görebilmek için havanın karardığı saatlerde turda olacak şekilde belirlemenizi tavsiye ederim. Nitekim şehir en iyi ışıklandırma ödülü almış. Gecesi de ayrı güzel.


Margeret Adası' na uğramadık ancak ada spor yapmak, güzel havalarda keyif yapmak için ideal gözüküyor. Adada yazları konserler, opera ve bale gösterileri sunan açık hava tiyatrosu bunuluyormuş.

Tekne turunu tamamlayıp, Vörösmarty Meydanına çıkıyoruz. Bu meydan Budapeşte' nin en önemli meydanlarından biri. Şehrin alışveriş sokağı olan Vaci Utca buradan başlıyor. Meydanda ünlü Gerbaud pastanesi bulunuyor. 


Tarihi pastanenin tam karşısında Londra ve bizim tünel metrosundan sonra Avrupa' nın ens eski metro hattı M1 metro hattı bulunuyor. Metronun hemen yanında ise Aslan Çeşmesi bulunuyor. Bu çeşme şehrin popüler buluşma noktasıymış. 

Buradan Erzsebet Meydanı' na doğru ilerliyoruz. Bu meydanda Love Rock Tree' yi bulup kilit bağlayabilirsiniz. Budapest Eye, yani dönme dolap olan Budapeşte' nin gözü de bu meydanda bulunuyor. Biz binmeyi tercih etmedik ancak güzel şehir manzararı sunduğunu tahmin etmek zor değil. 


Bu meydanda bulunan süs havuzunun etrafında sokak lezzetleri ve seyyar biracılar mevcut. Akşamları şehrin neredeyse tüm genç nüfusu burada takılıyor. Yerlerde banklarda heryerde insan var. Akşamları en güzel aktivite bu meydanda oturup etrafı seyretmek oluyor. Geceleri şehrin en canlı yerlerinden biri. Biz bu meydana bayılıp, izleyen günlerde de otele dönmeden önce burada takılmayı ihmal etmiyoruz. 

Bu meydanı da gördükten sonra gezinin diğer günlerinde de ziyaret edeceğimiz Yahudi Bölgesi olarak da adlandırılan Erzsebevaros ya da Elizabeth Town' a doğru yola çıkıyoruz. Bu bölge Budapeşte' nin yedinci bölgesi olarak da biliniyor. Budapeşte' nin gece hayatı en hareketli ve popüler bölgesi. 

Bölgede Dohany Street Synagogue bulunuyor. Dohany Sokağı Sinagogu Avrupa' nın en büyük, dünyanın ise ikinci büyük Sinagoguymuş. 

Bu bölgede akşam yemeği için tavsiye edebileceğim Mazel Tov adlı bir restoran bulunuyor. Ben günler öncesinden internet üzerinden rezervasyon yapmaya çalışsam da yer bulamadım. Hatta kapıdan şansımızı da denedik ancak maalesef yer bulmayı başaramadık. Mekanın atmosferi çok güzel gözüküyor. Bazı akşamlar da canlı müzik var. Programı kontrol edip, rezervasyon yaptırabilirsiniz. 

Yine yemek yeyip, birşeyler içebileceğiniz bir yer arıyorsanız. Gozsdu Udvar' a muhakkak uğrayın. Burası bir avlunun içine kurulmuş kafe ve restoranların bulunduğu bir alan. Atmosferi çok güzel ve birçok aleternatif mevcut. Yolunuzu düşürmenizi tavsiye ederim. 

Bu bölgede yer alan Kiraly Caddesi, akşamları vakit geçirmek için ideal noktalardan. Budapeşte'nin ünlü ruin barlarını burada keşfedebilirsiniz. Ruin bar, yıkıntı harabe yapıların bara çevrilmesi gibi bir anlama geliyor. 

Budapeşte' ye gidip de uğramadan dönülmeyen bir diğer mekan da Szimpla Kert. Burası hayatımda gördüğüm en ilginç dekora sahip bar olabilir. Devasa bir alana kurulu bu ruin barda heryerden sizi şaşırtacak bir dekor çıkıyor. Biz gecesini de gündüzünü de görmek için iki kere uğradık. Gece bir hayli kalabalık olan mekanda neredeyse duracak yer bulmak bile zor oluyor. Ancak gündüz rahatlıkla masa bulabilirsiniz.


Bu bara uğramadan geçmeyin.

Szimpla Kert' in hemen yanında Street Food Karavan Budapest diye bir pasaj mevcut. Burada, gece yemeği için binbir çeşit sokak lezzeti bulabilirsiniz. 

Mekan önerilerine şimdilik mola verip, ilk günü noktalıyoruz.

Budapeşte' de ikinci günümüzde şehrin karşı kıyısına yani Buda' ya doğru yol alıyoruz. Zincirli Köprü' den geçer geçmez Kale Tepesine çıkan finüküleri görüyoruz. Ancak tepeyi dolaşarak çıkmak bize  daha cazip geliyor ve mini hop on hop off tarzı elektrikli araçlarla tepeye çıkmayı tercih ediyoruz. İyi ki de böyle yapmışız, çünkü Buda yol boyu güzel manzaralar sunuyor.

Araç bizi Trinity Meydanında bırakıyor. Trinity Meydanı Buda Kale Bölgesinin merkezi diyebiliriz. Burada Balıkçı Tabyası ve Matthias Kilisesi gibi masalsı mimari göz kamaştırırken hemen yan taraftaki Hilton binasının göz zevkimizi bozan mimarisine maruz kalıyoruz. Neyse, görmemezlikten gelip, güzelliklere odaklanıyoruz. 


Trinity Meydanı' nın en önemli yapılarından biri Matthias Kilisesi. Kilisenin tam karşısında ise Buda Belediye Binası bulunuyor. Meydanın hemen arkasında Bakılçı Tabyası (Fisherman's Bastion) adeta büyülüyor. Tek kötü tarafı çok kalabalık olması.





Balıkçı Tabyası' nın yapısı da manzarası da muhteşem. Parlamento Binasının görkemini bir de buradan izleyin. 

Balıkçı Tabyası, tamamen görsel amaçlı yapılmış. Anıtın ismi ise 18. yy.da buradaki siperleri savunan balıkçılara ihtaf edilmiş.


Tarihi yapıları gezdikten sonra Trinity Meydanı' nı kesen sokaklarda kaybolma zamanı. Özellikle Uri Utca' ya mutlaka gidilmeli. Bu sokakta bulunan birbirinden güzel renkli binalar arasında dolaşmak sanki başka bir zamanda geziniyormuşsunuz hissi veriyor. 




Bu bölgeye yakın Labyrinth yer altı mağarası bulunuyor. Bu mağaraya gitme fırsatımız olmadı ancak ilginç bir yer olduğu söyleniyor.

Buda bölgesinin bir diğer önemli yapısı Kraliyet Sarayı' na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Kraliyet Sarayı (Royal Palace) şehrin güzelliğini görebileceğiniz en ideal noktalardan biri. Kalenin arkasından Gellert Hill tarafına doğru yürümeye devam ederseniz, Kemal Atatürk Caddesi ile karşılaşırsınız. Gellert Hill (Gellert Tepesi) gözümüze uzak gözüktüğünden zaman kalırsa burayı ziyareti değerlendirmek üzere, minik hop on hop offumuza binip, başladığımız noktaya geri dönüyoruz.


Peşte tarafından Buda' ya baktığınızda Buda Kalesi' nin sol tarafındaki tepe Gellert Tepesi. Tepede bulunan 40.mtlik Özgürlük Anıtı her yerden görülebiliyor. Tepede Kale, Özgürlük anıtı ve Gellert Hamamı görülebilecek noktalardan bazıları. 

Biz Zincir Köprü' den karşıya geçip, Budapeşte Merkez Hali' ne doğru yola çıkıyoruz. Nehir kenarından devam ettiğimizde Elizabeth Bridge' i görüyoruz.  Köprünün ilk hali II. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış ve 1964 yılında yeniden inşa edilmiş. 

Az ileride yer alan üçüncü köprü ise Liberty Bridge (Özgürlük Köprüsü) karşımıza çıkıyor. Yeşil renkli bu demir köprünün kendine özgü havasını çok beğeniyorum.

Budapeşte Merkez Hali, tam bir halk pazarı. Hediyelik eşyadan tutun, sebze meyveye, şarküteriden yemek yerlerine kadar yiyecek ve hediyelik namına herşey var. Burada dolaştıktan sonra Hal' in hemen önünden başlayan Vaci Utca' ya doğru yöneliyoruz. Vaci Utca, Budapeşte' nin ünlü alışveriş caddelerinden biri. Caddenin bir diğer ucu Vörösmarty Meydanı' na kadar uzanıyor. 

Tatillerimizde adettendir, akşamında caz dinlemeye Budapest Jazz Club' a gidiyoruz. Bu bara gitmek için bütün Tuna sahilini yürümemiz gerekip, sonrasında ıssız caddelere sapıp biraz tedirgin olsa da, hedefimiz olan bara ulaşıyoruz. İkinci günümüz de böyle noktalanıyor. 

Üçüncü günümüzde, ilk olarak istikamet Andrassy Utca. Andrassy Ut, şehrin en geniş caddelerinden biri. Bu cadde üzerindeki binaların güzelliği kesinlikle görülmeye değer. Cadde üzerinde Royal Opera House, House of Terror ziyaret edilebilecek noktalar. Erzsebet Meydanından Milenyum Anıtına kadar uzayan 2,4 kmlik caddeyi isterseniz baştan sona yürüyebilir ya da bir kısmını metro ile ekarte edebilirsiniz.

Biz bu cadde üzerinden Kahramanlar Meydanı' na gitme hedefindeyiz, caddede bir hayli yürüyüp sonra metro ile devam ediyoruz. 

Kahramanlar Meydanı (Hösök Tere)' na çıktığınızda solda göreceğiniz bina Güzel Sanatlar Müzesi (Museum of Fine Arts), sağ tarafta ise Kunsthalle yani Modern&Çağdaş Sanat Müzesi bulunuyor. Kahramanlar meydanının etrafında müzeler, ortasında ise heykeller bulunuyor. Bu meydana Milenyum Meydanı da deniyormuş. Meydandaki anıt, Binyıl Anıtı olarak adlandırılıyor. 36 mt.lik sütun efsaneye göre Aziz Istvan' a rüyasında görünüp Macar tahtını sunan melek Cebrail figürünü temsil ediyormuş. Sütunun üzerinde durduğu platform çevresinde ise tarihi kişilerin heykelleri mevcut.


Mücsarnok' un hemen arkasında yer alan dünyanın en büyük kum saati, Macaristan' ın Avrupa Birliği' ne girişini simgelemek üzere 30 Nisan 2004 yılında açılmış.

Meydanı gördükten sonra anıttan geçerek Varosliget şehir parkına giriyoruz. 


Girişindeki gölet, kışın buz pateni pistine dönüşüyormuş. Gölün arkasında er alan Vajdahunyad Kalesi 1896 yılında yapılmış. Bu alanda gezinirken yine zamanda yolcuğuna çıkmış gibi oluyoruz. Yapılardan etkilenmemek elde değil. 


Parkın içinde Szechenyi Kaplıcaları bulunuyor. Parkta dolaştıktan sonra kaplıca deneyimi için buraya uğramanızı tavsiye derim. Nitekim parkın içinde dikkat çeken en önemli alan bu kaplıca. Aslında Budapeşte' de bir çok hamam ve kaplıca bulunuyor ancak burası mimari güzelliklerin ortasında keyif yapılabilecek bir alan olduğundan diğerlerine göre bir hayli popüler. Yaz- kış 27 derece sıcaklığıyla açık havada yüzme imkanı bulunuyor. Kabin satın alıp eşyalarınızı bu alanda bırakabiliyorsunuz. Havuz ve etrafındaki yapıların dokusu çok etkileyici ancak havuz popülasyonu çok yüksek, keyfini çıkarmak için kalabalığı da göze almak gerekiyor. Tesiste açık hava havuzları yanında kapalı alanda da birçok termal havuz mevcut.

Havuz tecrübesini de yaşadıktan sonra buradan New York Cafe' ye doğru ilerliyoruz. New York Cafe Boscolo Budapest Otelin alt katında bulunuyor.  İçeri girdiğimizde bizi ufak çaplı bir kuyruk karşılıyor. İlk başta gözümüz korksa da hızlıca masamıza geçebiliyoruz. Buraya gelme amacımız birşeyler yeme içmeden ziyade mekanı görebilmek. Kibar çalışanların olduğu saray atmosferli bir yer diyebilirim. Adeta müzeyi andıran iç yapısı ile görülmeye değer bir mekan. Kahvelerimiz ile tatlımızı yedikten sonra kafenin otel tarafını da görebilmek için otel kapısından dışarı çıkıyoruz. Otelin içi de bir hayli güzel gözüküyor. 



Böylece, listede olan tüm yerleri görmüş oluyoruz. 

Akşamları güzel kokteyl içebileceğiniz bir yer ararsanız, 360 Roof Bar' ı tavsiye ederim. Her ne kadar, aşağıdaki fotoğrafta telefonun gece görüş kamerasının azizliğine uğrasa da manzarası muhteşem. 


Böylece, listemizde olan tüm yerleri görmüş oluyoruz. Beğendiğimiz noktalara tekrar giderek iyice tadını çıkarıyoruz. 

5 Ocak 2020 Pazar

LVIV

Sürprizlerle dolu şehir, Lviv!


Lviv, benim için sürpriz bir şehir oldu. Neden sürpriz oldu derseniz, tüm olumlu yorumlara rağmen gitmeden önce bu kadar seveceğimi tahmin etmiyordum. Neden bu kadar sevdiğimi de aşağıda uzun uzun anlatacağım.




Lviv, lion yani aslan anlamına gelmekteymiş. Hikayesi de şöyle; şehrin kurucusu olan Kral Danylo Haltsky tarafından şehre oğlu Lev'in adı verilmiş. Aslan anlamına gelen Lev, zaman içinde Lviv haline gelmiş. Şehrin simgesi haline gelen aslan figürlerini sokaktaki banklardan tutun birçok noktada görebilirsiniz. 

Şehir birçok imparatorluğun egemenliği altında kalmış. En çok iz bırakanlar ise Avusturyalılar, Ruslar, Galiçyalılar ve Polonyalılarmış. Polonya ile komşu olan kentte halen azımsanamayacak bir Polonya nüfusu barınmaktaymış. Nüfus konusu açılmışken, hiçbir yerde bu oranda yüksek bir kadın populasyonu görmemiştim. Otobüs şoföründen, garsona, askerden esnafa kadar kadın yoğunluğu dikkat çekmeyecek gibi değil. Doğru orantılı olarak sokak kitlesinde de kadınlar ağırlıkta.

İstanbul-Lviv arası yaklaşık 1 saat 55 dakika sürüyor. Havaalanına indiğimizde, diğer Avrupa şehirlerine göre nispeten daha az bir pasaport kuyruğuyla karşılaşıyoruz. Ukrayna'ya vizesiz olarak pasaport veya çipli kimlik kartı ile giriş yapabiliyorsunuz. Yanınızda gidiş-dönüş uçak biletleriniz, otel rezervasyonunuzu da bulundurmanızda fayda var. Nitekim pasaport görevlilerinin bu konuda titiz davrandığı oluyormuş. Şöyle ki, pasaport sırasındayken sizi bir odaya alıp seyahat amacınızın daha derinine inmek istedikleri olabiliyormuş. Bu güvenlik prosedüründe, pasaport polisi size bir form veriyor. Adınız, uçuş tarihleriniz ve konaklama adresinize dar bilgi içeren bu formu doldurduktan sonra sizi bir odaya alıyor ve bu odada bilet ve rezervasyon kontrolü ile yanınızdaki parayı kameraya göstermeniz isteniyormuş. Panik yapmaya gerek yok, bu sorgu sual durumu sadece güvenlik prosedürüymüş. Anladığım kadarıyla bu prosedürün ülkeye ilk kez giriş yapan erkek ziyaretçilere işletilmesi daha muhtemel. İlk kez Ukrayna'ya giriş yapmamıza rağmen eşimle ben bu prosedürden geçirilmedik. Geliş amacımız sorulmakla yetinilip, ülkeye girişimiz onaylandı. Ancak gözlemim diğer Avrupa şehirlerinden daha sıkı bir kontrol durumu olduğu yönünde. 

Lviv'in para brimi grivna. Grivna, Türk Lirasına göre değerinin düşük kaldığı nadir para birimlerinden biri. 1 TL 4,35 Grivna'ya tekabül ediyor(Mayıs/2019). Bu durum Ukrayna'yı, parayı çarpıp katlamadan rahatça harcayabileceğiniz bir yer yapıyor ki, bu durum eurozede bizler için bulunmaz bir nimet. Havaalanında kur fiyatları merkeze göre bir miktar kazıklanmaya müsait ama totale vurulduğunda çok bir kayıp yaşamazsınız. Şöyle söyleyeyim havaalanında 1 Euro 28,85 Grivna iken merkezde 29,00-29,35-29,40 civarında çevriliyor. Ama mecburen bir miktar da olsa havaalanından çıkarken grivna almak gerekiyor ki şehre ulaşım için bilet alınabilsin.

Havaalanından çıktığımızda yanımıza taksiciler yanaşıyor. Otele giriş için çok zamanımız olduğundan biz toplu taşıma ile ulaşımı tercih edip, taksi istemediğimizi iletsek de, taksiciler ısrarcı davranıyor. Hatta ne hikmetse Türk olduğumuzu anlayıp, Türkçe olarak ucuz taksi diye bizi tavlamaya çalışıyorlar. Fiyat sormadık ama okuduğum kadarıyla taksi ile ulaşım gerçekten de ucuzmuş ve söylenen fiyat üzerinden de pazarlığa açıklarmış. Toplu taşımaya bir diğer alternatif ise Uber. 

Havaalanından şehre ulaşım için toplu taşıma tercih ederseniz iki alternatif mevcut. Havaalanından çıktığınızda karşınızda kalan yolun üzerindeki duraktan 9 numaralı troleybüs geçiyor. Şoförden alınabilen biletin fiyatı 5 Grivna. Troleybüs 10 dakika gibi sık aralıklarla geçiyor. Troleybüsün son durağı Ivan Franko Üniversitesi. Bir diğer alternatif ise, 48 numaralı otobüs. Bu otobüs de aynı yerden kalkıyor ve Rynok meydanına kadar gidiyor. Biz troleyleybüsü tercih ettik, oldukça rahattı. Troleybüs yaklaşık 20-30 dakikada Ivan Franko'ya varıyor. 

Şehir içi ulaşımı ise dert etmenize hiç gerek yok. Haritada mesafeleri görüp gözünüz korkmasın, her yer birbirine yürüme mesafesinde. Ivan Franko'dan Rynok meydanına yürümek 6-7 dakika sürüyor. Keza aynı şekilde turistik noktalara da yürüyerek rahatlıkla ulaşabilirsiniz. 

Havaalanından çıktığımızda şehrin yeşilliğini ve güzel evlerini görüp, beklentimizin üzerinde bir karşılık alıyoruz. Troleybüsten Ivan Franko durağında inip, otelimizin buluduğu Rynok Meydanı'na yürümeye başlıyoruz. 

Ama şehri gezmeye başlamadan önce karnımızı doyurmalıyız. Önce, birçok blogda pizzalarından övgüyle bahsedilen Pizza Celentano'ya uğruyoruz. Ancak kimsenin suratımıza bakmaması ingilizce mönü isteyip, yok demeleri bir yana pizza çeşitlerine dair yardım dahi alamamamız sebebiyle bu mekan bizden eksi puan alıyor ve yemek yiyecek yer mi yok diyerek buradan ayrılıyoruz. Bir diğer alternatifimiz olan Meat&Burger'a gidiyoruz. Meat&Burger'da etler çok lezzetli, kesinlikle tavsye ederim. Ancak Lvivdeki birçok mekanda menüdeki et gramajları çiğ et üzerinden yazılmış, sipariş verirken dikkat etmekte fayda var. Aksi halde çok küçük porsiyonlarla karşılaşabilirsiniz. 200 gr et, bir kişi için ideal diyebilirim. 

Meat&Burger'dan memnun ayrılarak otelimize daha doğrusu evimize doğru yola çıkıyoruz. Biz Rynok meydanının üzerinde olan studio bir daire kiraladık. Konum olarak daha iyisi olamazdı. Konaklama için mutlaka Rynok meydanı ve Rynok meydanını dik kesen caddelerden birini tercih etmelisiniz. 

Evimize yerleştikten sonra kendimizi hemen sokağa atıyoruz. İlk olarak Rynok Meydanı'nı geziyoruz. Rynok meydanı, 13. yy'ın ikinci yarısında inşa edilmiş ve Ukrayna tarihinde önemli birçok olaya ev sahipliği yapmış önemli bir meydan. Ben meydanı Prag'ın old town kısmına çok benzettim. Aynı pastel rengi binaları burada da göreceksiniz. Meydan ve çevresinde birçok kafe/restoran ve bar bulabilirsiniz. Zaten gitmek üzere işaretlediğiniz birçok mekan bu meydan üzerinde çıkacaktır. Dolayısıyla tatiliniz boyunca birçok kez Rynok meydanından geçeceksiniz. 

Rynok, rengarenk simetrik binaların çevrelediği oval bir meydan, evlerin altındaki sokak benzeri boşluklara girmeden geçmeyin, bu açıklıklar şirin mi şirin avlulara açılıyor. Meydanda bir de dikkatinizi çekecek siyah bir bina var. Bu binaya Black Mansion deniyormuş. 


Meydanın ortasında ise Lviv Town Hall (Belediye Binası) bulunuyor. Belediye binasının tepesinde ise 400'den fazla basamak tırmanılarak çıkılan çan kulesi mevcut. Basamaklar konusunda okuduklarım beni kuleye çıkmaktan alıkoyduğu için kulenin tepesinden manzara deneyimi yaşayamadım. Ancak şehrin dokusunu gördükten sonra diyebilirim ki, yukarıdan da güzel bir manzara sunması sürpriz olmayacaktır. Belediye Binası'nın mimarisi beni çok etkilemedi açıkçası, zira tarih boyunca çıkan yangınlar sebebiyle defalarca yeniden yapılmak zorunda kalınan binanın ilk halinin böyle olmadığı çevresindeki binalardan kolaylıkla anlaşılıyor. 

Lviv' in küçük bir şehir olması sebebiyle, plana sadık kalmak uğruna oradan oraya koşturmak yerine, plan yapmayıp rahat hareket etmeye karar vererek kahve molası için meydanda bulunan Lviv Coffee Manufacture'a gidiyoruz. Bir yandan kahvelerimizi içip, diğer yandan meydandaki hareketi izleyerek şehre iyice ısınıyoruz. 

Şunu da belirtmek gerekir ki, Rynok şehrin en popüler turistik meydanı olsa da, meydan üzerindeki mekanlarda rahatlıkla yeyip içebilirsiniz, çünkü burada turistlerin yanında yerliler de takılıyor ve fiyatlar diğer şehirlerdeki turistik meydanlar gibi abartılmış durumda değil.

Lviv'in dikkat çeken bir diğer özelliği ise, katedralleri. Gezdiğim gördüğüm şehirler arasında bu kadar dini yapıyı bir arada görmemiştim diyebilirim. 

Şehri keşfetmek üzere amaçsızca dolaştığımız sırada kendimizi Dominician Church'ün önünde buluyoruz. Kilise 1748-1764 yıllarında yapılmış. 

Dominician Church

Dominician church'ten ayrılıp, amaçsızca yürümeye devam ettiğimizde kendimizi Former Carmelite Monastery'de buluyoruz. Aslında hiçbir blogda görmediğim bu manastıra, yapıyı görüp içeride ne var merakı ile girdik ve yine yapıya bayıldık. 17. yy.da inşa edilen kilise, Türkler (1672) ve Tatarlar (1695) dahil olmak üzere birçok kuşatma geçirmiş.

Former Carmelite Monastery

Former Carmelite Monastery

Yürümeye devam ettiğimizde kendimizi Italian Courtyard'da buluyoruz. 1580 yılında inşa edilen yapının, Italyan avlusu geçmişte mahkeme olarak kullanılıyormuş. 

İlk günün öğle yemeğini Poste'ye ayırıyoruz. Mekan eskiden postaneymiş, bu yüzden duvarları pullarla dolu. Konsepti dikkat çeken mekanda ev yapımı makarnalar var, ancak lezzeti beklentiyi karşılamıyor. Bir şeyler içmek için gidilip görülebilir. 



Lviv'e süprizlerle dolu dememin bir nedeni de konsept mekanları. Birçok mekanın özgün tiyatral konsepti var. En dikkat çekici kısım bu mekanlar turist ve yerli halk tarafından bir hayli popüler olmasına rağmen birbirine benzer konseptli ikinci bir mekan olmaması. Hadi bu mekan tuttu ben de benzerinden bir tane açayım dememişler yani:)

Günün akşamında konsept mekanlardan birine, The First Lviv Restaurant of Meat and Justice'e gidiyoruz. Yol üzerinde görülmeye değer bir diğer yapı Bernardine Kilisesi. Kiliseyi de gezmeden geçmeyin derim.

The First Lviv Restaurant of Meat and Justice’i bulması biraz zor, google maps etrafında dolaştırabiliyor. Yer tarifi yapmam gerekirse, St. Andrew klisesinin bahçesine girip devam ettiğinizde restorana ulaşabiliyorsunuz. Ulaştığımızda küçük bir sıra ile karşılaşıyoruz. Ama çok beklemeden içeri alınıyoruz. Masamızı bir çiftle paylaşarak, taburelerde oturuyoruz. Mont ve çantamız kucağımızda acaba neler olacak modunda bekliyoruz. Neler olacak diyoruz, çünkü etrafta bilumum işkence aleti mevcut. Burada ne yenir derseniz, tabii ki isminden de anlaşılacağı üzere et. Biz şaşlık ve bonfile söyledik. Şaşlık lastik kıvamındaydı, tavsiye etmiyorum. Yemeklerimizi yerken, eli baltalı bir adam gösteriye başlıyor. Detay verip, merakınızı kaçırmayayım: )

Menüsünde aşağıdaki gibi "Celladımız hiç kimseyi öldürmedi, fakat yeteneklerini korumak için bir et lokantası açtı. Çünkü hiç kimse et hakkında cellattan daha fazlasını bilemez." yazan mekanda hesabı masanıza koyup üzerine sertçe balta saplıyorlar. Ve eylemi bilseniz de her defasında irkilmek garanti :) Mekanın bahçesi de çok keyifli gözüküyordu ama şovu kaçırabilirsiniz.


Lviv'de ilk günümüzü böyle noktalıyoruz.

Ertesi gün kahvaltı için Atlas'ı seçiyoruz. Rynok meydanında olan bu kafe hem kahvaltı hem de öğle yemeği için tercih edilebilir. Omletleri başarılı. 

Kahvaltıdan sonra bir diğer konsept mekan olan, Lviv Coffee Minning Manufacture'a gidiyoruz. Yine Rynok meydanı üzerinde olan bu kahve dükkanından girdiğinizde kahve ve yan ürünler satılan mağaza kısmı ile diğer kafelerle benzer bir kahveci izlenimi verse de asıl mevzu merdivenlerden aşağıda dönüyor. Merdivenlerden aşağıya inerken görevli size baretlerinizi uzatıyor. Özellikle boyunuz uzunsa baretleri kesinlikle takmalısınız, tavanda alçalmalar olabiliyor. Maden ocağı kısmında oturulacak bölüme ulaşıyoruz. Mekan oldukça karanlık, karanlığa gözümüz alıştığı sırada kahvelerimiz ve likörümüz geliyor. Kahvenin pek bir esprisi yok, likör ise bildiğiniz baileys. Neyse kahveler geldiğinde kahvelerin üzerinde şov başlıyor. Hatta o ateşi arkanızdaki duvara kadar ateşledikleri oluyor. Tamamen turistik bir konsept ama gördüğümüze mutlu olarak ayrılıyoruz.


Kahvelerimizi içip madenden çıktıktan sonra Latin Katedrali'ne doğru yola çıkıyoruz. 



Latin Katedrali'nin hemen yakınında Boim Şapeli bulunuyor. Boin Şapeli küçücük bir yapı. Macar asıllı tüccar George Boim ve ailesinin ebedi istirahatgahı konumundaki şapelin içindeki sanar eserleri kesinlikle görülmeye değer.



Boim Şapeli'nin her detayını resmettikten sonra şapelden ayrılarak Lviv Ermeni Katedrali'ne (Armanan Cathedral of Lviv) doğru yola yürüyoruz. Ermeni Katedrali, Kars'ta bulunan Ani Katedrali'nden ilham alınarak yapılmış. Yapı, 14. yy. da küçük bir kilise olarak inşa edilmiş, yıllar içinde aldığı darbeler sonucu restore edilerek büyütülmüş. 


Ermeni Katedrali diğer katedrallerden farklı olarak sadeliği ile dikkat çekiyor. Ermeni Katedrali'nin bulunduğu Virmenska Sokağı şehirde yaşayan ermenilerin ikamet ettiği bölgeymiş. Sokağın mimarisi ve canlılığı beğenilmeyecek gibi değil. 

Virmenska Sokağında Gaz lambası Müzesi (Gasova Lampa) bulunuyor. Gaz lambasının mücidi Ignacy Lukasiewicz buralıymış. Buraya müzeden ziyade bar diyebiliriz. İçkileri deney tüpünde servis edilen votka ve likörler var. 



Virmenska’yı da arşınladıktan sonra, öğle yemeği için Backzewski Restaurant'a gidiyoruz. Aslında akşam için rezervasyon yaptırmak istemiştik ancak önümüzdeki 3 gün dolu olduklarını söylüyorlar. Biz de şansımızı öğle yemeğinden yana kullanmak isteyip mekana döndüğümüzde kuyrukla karşılaşıyoruz. O kuyruk ne kadar uzun olursa olsun kesinlikle bekleyin, inanın içeri girdiğinizde ve masanıza oturduğunuzda mekanın atmosferinin beklemeye değer olduğuna hemfikir oluyorsunuz. Mekan cam tavanlı yeşillikler içinde, papağanların neşelendirdiği insana otomatikman huzur katan bir yer. Aynı zamandan hem yemekleri lezzetli hem de fiyatlar ortalamada. Backzewski'yi mutlaka deneyin, mekan bizden hem atmosfer hem de fiyat performans olarak tam puan alıyor.


Aslında Backzewski, açık büfe kahvaltısı ile ünlü ama kahvaltı için gittiğinizde rezervasyon almadıkları için devasa kuyrukla karşılaşmanız çok muhtemel. Duyduğum kadarıyla kahvaltısı zaten ahım şahım değilmiş, atmosfer için gidiliyormuş. Yemekleri gayet güzel, kahvaltı için pes ettiyseniz de öğle/ akşam bir öğünde buraya uğrayın derim. Ama akşam için rezervasyon şart.


Bir sonraki durağımız, Rynok Meydanında yer alan Pravda Beer Theatre. Pravda, Ukrayna'nın ünlü bira markalarından Pravda'ya ait mekanın ilk katında bira ve hediyelik eşyalar satılıyor, ikinci katta canlı müzik ve pub bulunuyor. Üçüncü katta da yine pub bulunuyor. Bira şişeleri ve satılan bardak altlıklarında obama/putin/trump figürleri ile eğlenceli bir mekan.





Cam kenarındaki masalarda oturup, Rynok'un pastel renkli evlerini izleyip, biralarınızı yudumlamak için ideal bir mola yeri.


Şimdi Rynok'tan biraz uzaklaşıp Opera Binası'na doğru yöneliyoruz. Lviv Opera House'un içini de görebilmek adına internet üzerinden daha önce aldığımız opera biletlerimiz mevcut:) Ben opera salonunu görebilmek için internetten özellikle balkonlu salonda oynanan oyun için biletlerimi önceden almıştım. Bir tavsiye vermem gerekirse, eğer operaya gitmeyi düşünürseniz, sahnenin tam karşısından koltuk seçimi yapmalısınız. Biraz kenardan koltuk seçseniz dahi sahneyi görmekte zorlanabiliyorsunuz. Opera binasının içinin dışından çok daha görkemli olduğunu söyleyebilirim. 



Oyun başlayana kadar Opera Binası'nın bulunduğu Svobody Avenue'da sokak lezzetlerinin bulunduğu panayır tarzı bir alan mevcut. Bu alandan geçerken yüklesen kokuların sizi acıktırmaması pek mümkün değil. Beef sosisi mutlaka deneyin. 


Opera Binası'nın önünde hareketli bir meydan bulunuyor. Aileler, gençler bankalarda oturmuş bu meydanda takılıyor. 

Operadan çıktıktan sonra hem karın doyurmak, hem de konsept mekanlardan biri olan Kryjivvka'yı görmek için Rynok Meydanı'na gidiyoruz. Kryjivka, tabelası olmayan gizli bir mekan. Kryjivka Avrupa'da en çok ziyaret edilen restoranlardan birisiymiş ve aynı zamanda Ukrayna istihbaratının 2. Dünya Savaşı'ndan kalan son saklanma yeriymiş. Meydanda 14 numarayı bulduktan sonra pasajdan içeri girin ve tahta kapıya yönelin. Bizi burada da bir kuyruk karşılıyor. Kapalı kapının önünde bekleyen insanlar grup grup içeriye alınıp, sonra tekrar kapı kapanıyor. Sıra bize geldiğinde asker kıyafetli bir adam kapıyı açıyor ve bize parolayı soruyor. Parola "Slava Ukraine". Parolayı bildikten sonra da hemen bir shot içki ikram ederek, sizi aşağıya yönlendiriyor. Aşağısı tam bir sığınak görünümümde. Burada yemeğinizi de yiyebilirsiniz, biz Borsch çorbasını burada denedik. Ancak bana pek hitap etmedi. Yemekler savaş dönemindeki kaplar ile servis ediliyor. Ara sıra silahlar patlıyor. Burası Lviv, tabi ki tiyatral şovlar eksik olmuyor. Bu mekan da bizi şaşırtmaktan geri kalmıyor. 

Kryvijka'dan çıktıktan sonra, bir diğer konsept mekan olan Masoch Cafe'ye gidiyoruz. Ancak burada da bizi uzun bir kuyruk karşılıyor. Lviv'de kaderimiz sıra beklemek:) Dışarıda bekleyen insanlar olarak içeride neler olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Cam kapının ardında gördüklerimiz ise merak uyandırmayacak cinsten değil açıkçası. Masoch Cafe, mazoşizm konseptli bir bar. Mekan ismini, mazoşizmin isim babası Lvivli Leopold Von Sacher-Masoch'tan almış. Mekanda kırbaçla dolaşan garsonlar mevcut. Boş bulunduğunuz bir anda yada içkinizi yudumlarken kırbaç yemeniz çok olası. Mekanı ilginç kılan durum ise kırbaç yemeye gönüllü olan insanların olması. Gönüllüler, ortaya çıkarak binbir atraksiyona maruz kalıyorlar. Korkmayın kimse masanızdan sizi zorla kaldırıp kırbaçlamıyor. Bu konuda gönüllü olanlar illa ki oluyor. Gördüklerimiz ağzımızı açık bırakıyor. Gözlemim garsonların daha çok yerlilere sataştığı yönünde. Enteresan olaylara şahitlik edip, şaşkın şaşkın mekandan ayrılıyoruz. İçtiğimiz kokteylleri çok başarılıydı. Hesap ise mekanın feminenliğine uygun olarak topuklu ayakkabı içerisinde geliyor. 


Günün gecesinde Lviv kulüplerini görebilmek adına Fashion Club’a gidiyoruz. Mekanın girişi alengirli olsa da, içerideki danslar ve ortam 90’lardan kalmış gibi. Biraz kalıp çıkmaya karar veriyoruz. Tercihinizi başka bir gece kulübünden yana kullanmanızı tavsiye ederim. 

Ertesi gün, kahvaltı yapmak üzere Cukor'a gidiyoruz. Yurt dışında yaptığım en iyi kahvaltılardan biriydi. Tadı hala damağımda. 



Kahvaltıdan sonra Lviv'in sokaklarını arşınlıyoruz. Pastel binaların en güzel örneklerini Brativ Rohatynstiv sokağında görebilirsiniz.







Ara sokaklardan Kayıp Oyuncaklar Müzesi'ne gidiyoruz (Yard of Lost Toys). Vasily Petrovich'in oturduğu apartmanın yakıında iki oyuncak bularak, sahipleri gelip alsın diye apartmanının bahçesine bırakmasıyla başlamış ve zaman içinde oyuncak kolleksiyonu genişlemiş. Oyuncaklar bahçede açık havada bulunuyor. Muhakkak görün diyebileceğim bir yer değil açıkçası. 



Bu çok gerekli olmayan müzeden de eksik kalmayarak, Saint George Katedrali'ne doğru yola çıkıyoruz, önümüzde uzun bir yürüme yolu olduğunu bilmeden:) Geçtiğimiz sokaklarda yine mimariden etkilenerek, katedrale giderken bayağı şehir merkezinin dışına çıkıyoruz. Katedralde bizi düğün hazırlıkları karşılıyor. Katedrali de görüp, Ivan Franko Parkı üzerinden şehir merkezine geri dönmek üzere yola koyuluyoruz.



Ivan Franko Parkı devasa bir park. Bir ucundan girip, diğer ucundan çıkarak dönüş yolunu parkın içinden arşınlıyoruz.


Buraya kadar gelmişken Shevchenka Aveue'dan da geçmeden edemiyoruz. Meydan etrafındaki binaların güzelliği ile dikkat çekiyor. 

Rynok’a doğru ilerlerken çikolata cenneti olan Lviv Hand Made Chocalate’ı da es geçmiyoruz. Kafesi, mağazalarıyla katlara ayrılmış mekan öyle kalabalık ki, merdivenlerinden tek sıra halinde çıkıyoruz. Ee tabi bütün katları gezdikten sonra, aşağıda fotoğrafı olan güzel bardaktan kaşıklamamak olmazdı. 


Günün akşamında, denemek istediğimiz Mons Pius'a gidiyoruz. Mons Pius, et restoranı. Bahçesinde keyifli zaman geçirebilirsiniz. Ancak porsiyonlarının küçük olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. 

Karnımızı doyurduktan sonra, tatil ritüelimiz olan caz dinlemek üzere Libraria Speak Easy Jazz Bar'a gidiyoruz. Bu barın yerini tespit edebilmek için gündüz bayağı etrafında dönüp durduk çünkü burası bir bahçenin içinde gizli bir bar. Yerini Mons Pius'u geçince, sağdan içeri şeklinde tarif edebilirim. Yine de bulamazsanız Mons Pius'a sormakta fayda var. Bar, isminden de anlaşılacağı gibi kütüphane konseptli. 


Müzik bitince, kendimizi yeniden Rynok'a atıyoruz. Drunken Cherry, geceyi noktalayabileceğiniz ideal yerlerden biri. Rynok meydanında bulunan bu barda, kiraz likörü alıp dışarıda bu likörü tüketebiliyorsunuz. Benim için fazla tatlı olsa da Lviv'in olmazsa olmazlarından.

Böylece Lviv’deki son günümüzü de noktalıyoruz. Küçücük şehir, nasıl olsa her yeri görürüz deyip de göremediklerimize gelince; 

Konsept mekanlardan bir diğeri, The Most Expensive Galician Restaurant. Restoran Rynok meydanında Krijivka' nın olduğu binada bulunuyor. Kapıyı çaldığınızda ufak bir odada yaşayan ropdöşambrlı bir adam kapıyı açıp, sizi karşılıyormuş. Bu ne neresi burası derken, sonra odasının yanından bir kapı açıyor ve lüks bir restorana giriliyormuş. Mönüde fiyatlar bir sıfır fazlaymış ve ödeme esnasında fiyatlardan bir sıfır atılıyormuş. 

Lychakiv Cemetery (Lychakiv Mezarlığı) devasa bir alan üzerinde 1787’de kurulan mezarlıkta sanat eserleri mevcut. Adeta açık hava müzesi olan mezarlıkta, Ukrayna'nın önemli isimlerinin mezarları mevcutmuş. Burayı da zamanımız yetmediğinden göremedik.

Gidip de kapısından döndüğümüz mekan ise, House of Legends. Ben gittiğimde, nedendir bilinmez kapısında mühür vardı. Belki siz gittiğinizde mekan açıktır. Bir deneyin derim. Mekanın özelliği, içeride çalışanlar cüceler ve mekanın çatısında bir araba ve baca temizleyici bir heykel mevcutmuş. 5 katlı bir apartmanın her katının restoran olarak kullanıldığı House of Legends'da çatıya çıkılmalı. Çatıda dilek dileyip, heykelin şapkasına para atabileceğiniz bir de turist aktivitesi varmış:) Binanın dışı ejderha figürlü ve ejderhaların altında tren var. 


Lviv’e dair verebileceğim detaylar ise şöyle; yemeklerin servis süresi ortalama 45 dakika sürüyor, çok aç gitmemeye gayret edin derim. Turistik mekanlar haricinde, halk pek İngilizce bilmediğinden, iletişimde sıkıntı yaşanabiliyor.

Yeme içme tavsiyelerine gelirsek, her yerde okuyacağınız üzere, yöresel yemeklerden Borsch çorbası ve varenyky denen mantıları meşhur. Varenyky, mantı gibi içinde patatesten peynire çeşit çeşit iç dolgusu olan bir yiyecek. Borsch çorbası ise içinde çeşit çeşit sebzesi olan bir çorba. Bunlar haricinde ağırlıklı olarak et restoranları ve dünya mutfağı hakim.

Lviv’in en sevdiğim yanlarından biri ise, sokakta yürürken kulağınıza müzik sesi gelmesi çok olası. Muhakkak biryerlerden bir tını geliyor ve buna bayılmamak ne mümkün. 

Özetle, beklentimin düşük olmasından mı bilemiyorum ancak, Lviv'i çok sevdim. Ulaşımı, gezmesi kolay, oldukça eğlenceli ve ucuz bir şehir. Beni şehirlerde en çok etkileyen şeylerden biri olan mimari de orta çağdan kalma olunca, daha ne olsun ki:)