5 Ocak 2020 Pazar

LVIV

Sürprizlerle dolu şehir, Lviv!


Lviv, benim için sürpriz bir şehir oldu. Neden sürpriz oldu derseniz, tüm olumlu yorumlara rağmen gitmeden önce bu kadar seveceğimi tahmin etmiyordum. Neden bu kadar sevdiğimi de aşağıda uzun uzun anlatacağım.




Lviv, lion yani aslan anlamına gelmekteymiş. Hikayesi de şöyle; şehrin kurucusu olan Kral Danylo Haltsky tarafından şehre oğlu Lev'in adı verilmiş. Aslan anlamına gelen Lev, zaman içinde Lviv haline gelmiş. Şehrin simgesi haline gelen aslan figürlerini sokaktaki banklardan tutun birçok noktada görebilirsiniz. 

Şehir birçok imparatorluğun egemenliği altında kalmış. En çok iz bırakanlar ise Avusturyalılar, Ruslar, Galiçyalılar ve Polonyalılarmış. Polonya ile komşu olan kentte halen azımsanamayacak bir Polonya nüfusu barınmaktaymış. Nüfus konusu açılmışken, hiçbir yerde bu oranda yüksek bir kadın populasyonu görmemiştim. Otobüs şoföründen, garsona, askerden esnafa kadar kadın yoğunluğu dikkat çekmeyecek gibi değil. Doğru orantılı olarak sokak kitlesinde de kadınlar ağırlıkta.

İstanbul-Lviv arası yaklaşık 1 saat 55 dakika sürüyor. Havaalanına indiğimizde, diğer Avrupa şehirlerine göre nispeten daha az bir pasaport kuyruğuyla karşılaşıyoruz. Ukrayna'ya vizesiz olarak pasaport veya çipli kimlik kartı ile giriş yapabiliyorsunuz. Yanınızda gidiş-dönüş uçak biletleriniz, otel rezervasyonunuzu da bulundurmanızda fayda var. Nitekim pasaport görevlilerinin bu konuda titiz davrandığı oluyormuş. Şöyle ki, pasaport sırasındayken sizi bir odaya alıp seyahat amacınızın daha derinine inmek istedikleri olabiliyormuş. Bu güvenlik prosedüründe, pasaport polisi size bir form veriyor. Adınız, uçuş tarihleriniz ve konaklama adresinize dar bilgi içeren bu formu doldurduktan sonra sizi bir odaya alıyor ve bu odada bilet ve rezervasyon kontrolü ile yanınızdaki parayı kameraya göstermeniz isteniyormuş. Panik yapmaya gerek yok, bu sorgu sual durumu sadece güvenlik prosedürüymüş. Anladığım kadarıyla bu prosedürün ülkeye ilk kez giriş yapan erkek ziyaretçilere işletilmesi daha muhtemel. İlk kez Ukrayna'ya giriş yapmamıza rağmen eşimle ben bu prosedürden geçirilmedik. Geliş amacımız sorulmakla yetinilip, ülkeye girişimiz onaylandı. Ancak gözlemim diğer Avrupa şehirlerinden daha sıkı bir kontrol durumu olduğu yönünde. 

Lviv'in para brimi grivna. Grivna, Türk Lirasına göre değerinin düşük kaldığı nadir para birimlerinden biri. 1 TL 4,35 Grivna'ya tekabül ediyor(Mayıs/2019). Bu durum Ukrayna'yı, parayı çarpıp katlamadan rahatça harcayabileceğiniz bir yer yapıyor ki, bu durum eurozede bizler için bulunmaz bir nimet. Havaalanında kur fiyatları merkeze göre bir miktar kazıklanmaya müsait ama totale vurulduğunda çok bir kayıp yaşamazsınız. Şöyle söyleyeyim havaalanında 1 Euro 28,85 Grivna iken merkezde 29,00-29,35-29,40 civarında çevriliyor. Ama mecburen bir miktar da olsa havaalanından çıkarken grivna almak gerekiyor ki şehre ulaşım için bilet alınabilsin.

Havaalanından çıktığımızda yanımıza taksiciler yanaşıyor. Otele giriş için çok zamanımız olduğundan biz toplu taşıma ile ulaşımı tercih edip, taksi istemediğimizi iletsek de, taksiciler ısrarcı davranıyor. Hatta ne hikmetse Türk olduğumuzu anlayıp, Türkçe olarak ucuz taksi diye bizi tavlamaya çalışıyorlar. Fiyat sormadık ama okuduğum kadarıyla taksi ile ulaşım gerçekten de ucuzmuş ve söylenen fiyat üzerinden de pazarlığa açıklarmış. Toplu taşımaya bir diğer alternatif ise Uber. 

Havaalanından şehre ulaşım için toplu taşıma tercih ederseniz iki alternatif mevcut. Havaalanından çıktığınızda karşınızda kalan yolun üzerindeki duraktan 9 numaralı troleybüs geçiyor. Şoförden alınabilen biletin fiyatı 5 Grivna. Troleybüs 10 dakika gibi sık aralıklarla geçiyor. Troleybüsün son durağı Ivan Franko Üniversitesi. Bir diğer alternatif ise, 48 numaralı otobüs. Bu otobüs de aynı yerden kalkıyor ve Rynok meydanına kadar gidiyor. Biz troleyleybüsü tercih ettik, oldukça rahattı. Troleybüs yaklaşık 20-30 dakikada Ivan Franko'ya varıyor. 

Şehir içi ulaşımı ise dert etmenize hiç gerek yok. Haritada mesafeleri görüp gözünüz korkmasın, her yer birbirine yürüme mesafesinde. Ivan Franko'dan Rynok meydanına yürümek 6-7 dakika sürüyor. Keza aynı şekilde turistik noktalara da yürüyerek rahatlıkla ulaşabilirsiniz. 

Havaalanından çıktığımızda şehrin yeşilliğini ve güzel evlerini görüp, beklentimizin üzerinde bir karşılık alıyoruz. Troleybüsten Ivan Franko durağında inip, otelimizin buluduğu Rynok Meydanı'na yürümeye başlıyoruz. 

Ama şehri gezmeye başlamadan önce karnımızı doyurmalıyız. Önce, birçok blogda pizzalarından övgüyle bahsedilen Pizza Celentano'ya uğruyoruz. Ancak kimsenin suratımıza bakmaması ingilizce mönü isteyip, yok demeleri bir yana pizza çeşitlerine dair yardım dahi alamamamız sebebiyle bu mekan bizden eksi puan alıyor ve yemek yiyecek yer mi yok diyerek buradan ayrılıyoruz. Bir diğer alternatifimiz olan Meat&Burger'a gidiyoruz. Meat&Burger'da etler çok lezzetli, kesinlikle tavsye ederim. Ancak Lvivdeki birçok mekanda menüdeki et gramajları çiğ et üzerinden yazılmış, sipariş verirken dikkat etmekte fayda var. Aksi halde çok küçük porsiyonlarla karşılaşabilirsiniz. 200 gr et, bir kişi için ideal diyebilirim. 

Meat&Burger'dan memnun ayrılarak otelimize daha doğrusu evimize doğru yola çıkıyoruz. Biz Rynok meydanının üzerinde olan studio bir daire kiraladık. Konum olarak daha iyisi olamazdı. Konaklama için mutlaka Rynok meydanı ve Rynok meydanını dik kesen caddelerden birini tercih etmelisiniz. 

Evimize yerleştikten sonra kendimizi hemen sokağa atıyoruz. İlk olarak Rynok Meydanı'nı geziyoruz. Rynok meydanı, 13. yy'ın ikinci yarısında inşa edilmiş ve Ukrayna tarihinde önemli birçok olaya ev sahipliği yapmış önemli bir meydan. Ben meydanı Prag'ın old town kısmına çok benzettim. Aynı pastel rengi binaları burada da göreceksiniz. Meydan ve çevresinde birçok kafe/restoran ve bar bulabilirsiniz. Zaten gitmek üzere işaretlediğiniz birçok mekan bu meydan üzerinde çıkacaktır. Dolayısıyla tatiliniz boyunca birçok kez Rynok meydanından geçeceksiniz. 

Rynok, rengarenk simetrik binaların çevrelediği oval bir meydan, evlerin altındaki sokak benzeri boşluklara girmeden geçmeyin, bu açıklıklar şirin mi şirin avlulara açılıyor. Meydanda bir de dikkatinizi çekecek siyah bir bina var. Bu binaya Black Mansion deniyormuş. 


Meydanın ortasında ise Lviv Town Hall (Belediye Binası) bulunuyor. Belediye binasının tepesinde ise 400'den fazla basamak tırmanılarak çıkılan çan kulesi mevcut. Basamaklar konusunda okuduklarım beni kuleye çıkmaktan alıkoyduğu için kulenin tepesinden manzara deneyimi yaşayamadım. Ancak şehrin dokusunu gördükten sonra diyebilirim ki, yukarıdan da güzel bir manzara sunması sürpriz olmayacaktır. Belediye Binası'nın mimarisi beni çok etkilemedi açıkçası, zira tarih boyunca çıkan yangınlar sebebiyle defalarca yeniden yapılmak zorunda kalınan binanın ilk halinin böyle olmadığı çevresindeki binalardan kolaylıkla anlaşılıyor. 

Lviv' in küçük bir şehir olması sebebiyle, plana sadık kalmak uğruna oradan oraya koşturmak yerine, plan yapmayıp rahat hareket etmeye karar vererek kahve molası için meydanda bulunan Lviv Coffee Manufacture'a gidiyoruz. Bir yandan kahvelerimizi içip, diğer yandan meydandaki hareketi izleyerek şehre iyice ısınıyoruz. 

Şunu da belirtmek gerekir ki, Rynok şehrin en popüler turistik meydanı olsa da, meydan üzerindeki mekanlarda rahatlıkla yeyip içebilirsiniz, çünkü burada turistlerin yanında yerliler de takılıyor ve fiyatlar diğer şehirlerdeki turistik meydanlar gibi abartılmış durumda değil.

Lviv'in dikkat çeken bir diğer özelliği ise, katedralleri. Gezdiğim gördüğüm şehirler arasında bu kadar dini yapıyı bir arada görmemiştim diyebilirim. 

Şehri keşfetmek üzere amaçsızca dolaştığımız sırada kendimizi Dominician Church'ün önünde buluyoruz. Kilise 1748-1764 yıllarında yapılmış. 

Dominician Church

Dominician church'ten ayrılıp, amaçsızca yürümeye devam ettiğimizde kendimizi Former Carmelite Monastery'de buluyoruz. Aslında hiçbir blogda görmediğim bu manastıra, yapıyı görüp içeride ne var merakı ile girdik ve yine yapıya bayıldık. 17. yy.da inşa edilen kilise, Türkler (1672) ve Tatarlar (1695) dahil olmak üzere birçok kuşatma geçirmiş.

Former Carmelite Monastery

Former Carmelite Monastery

Yürümeye devam ettiğimizde kendimizi Italian Courtyard'da buluyoruz. 1580 yılında inşa edilen yapının, Italyan avlusu geçmişte mahkeme olarak kullanılıyormuş. 

İlk günün öğle yemeğini Poste'ye ayırıyoruz. Mekan eskiden postaneymiş, bu yüzden duvarları pullarla dolu. Konsepti dikkat çeken mekanda ev yapımı makarnalar var, ancak lezzeti beklentiyi karşılamıyor. Bir şeyler içmek için gidilip görülebilir. 



Lviv'e süprizlerle dolu dememin bir nedeni de konsept mekanları. Birçok mekanın özgün tiyatral konsepti var. En dikkat çekici kısım bu mekanlar turist ve yerli halk tarafından bir hayli popüler olmasına rağmen birbirine benzer konseptli ikinci bir mekan olmaması. Hadi bu mekan tuttu ben de benzerinden bir tane açayım dememişler yani:)

Günün akşamında konsept mekanlardan birine, The First Lviv Restaurant of Meat and Justice'e gidiyoruz. Yol üzerinde görülmeye değer bir diğer yapı Bernardine Kilisesi. Kiliseyi de gezmeden geçmeyin derim.

The First Lviv Restaurant of Meat and Justice’i bulması biraz zor, google maps etrafında dolaştırabiliyor. Yer tarifi yapmam gerekirse, St. Andrew klisesinin bahçesine girip devam ettiğinizde restorana ulaşabiliyorsunuz. Ulaştığımızda küçük bir sıra ile karşılaşıyoruz. Ama çok beklemeden içeri alınıyoruz. Masamızı bir çiftle paylaşarak, taburelerde oturuyoruz. Mont ve çantamız kucağımızda acaba neler olacak modunda bekliyoruz. Neler olacak diyoruz, çünkü etrafta bilumum işkence aleti mevcut. Burada ne yenir derseniz, tabii ki isminden de anlaşılacağı üzere et. Biz şaşlık ve bonfile söyledik. Şaşlık lastik kıvamındaydı, tavsiye etmiyorum. Yemeklerimizi yerken, eli baltalı bir adam gösteriye başlıyor. Detay verip, merakınızı kaçırmayayım: )

Menüsünde aşağıdaki gibi "Celladımız hiç kimseyi öldürmedi, fakat yeteneklerini korumak için bir et lokantası açtı. Çünkü hiç kimse et hakkında cellattan daha fazlasını bilemez." yazan mekanda hesabı masanıza koyup üzerine sertçe balta saplıyorlar. Ve eylemi bilseniz de her defasında irkilmek garanti :) Mekanın bahçesi de çok keyifli gözüküyordu ama şovu kaçırabilirsiniz.


Lviv'de ilk günümüzü böyle noktalıyoruz.

Ertesi gün kahvaltı için Atlas'ı seçiyoruz. Rynok meydanında olan bu kafe hem kahvaltı hem de öğle yemeği için tercih edilebilir. Omletleri başarılı. 

Kahvaltıdan sonra bir diğer konsept mekan olan, Lviv Coffee Minning Manufacture'a gidiyoruz. Yine Rynok meydanı üzerinde olan bu kahve dükkanından girdiğinizde kahve ve yan ürünler satılan mağaza kısmı ile diğer kafelerle benzer bir kahveci izlenimi verse de asıl mevzu merdivenlerden aşağıda dönüyor. Merdivenlerden aşağıya inerken görevli size baretlerinizi uzatıyor. Özellikle boyunuz uzunsa baretleri kesinlikle takmalısınız, tavanda alçalmalar olabiliyor. Maden ocağı kısmında oturulacak bölüme ulaşıyoruz. Mekan oldukça karanlık, karanlığa gözümüz alıştığı sırada kahvelerimiz ve likörümüz geliyor. Kahvenin pek bir esprisi yok, likör ise bildiğiniz baileys. Neyse kahveler geldiğinde kahvelerin üzerinde şov başlıyor. Hatta o ateşi arkanızdaki duvara kadar ateşledikleri oluyor. Tamamen turistik bir konsept ama gördüğümüze mutlu olarak ayrılıyoruz.


Kahvelerimizi içip madenden çıktıktan sonra Latin Katedrali'ne doğru yola çıkıyoruz. 



Latin Katedrali'nin hemen yakınında Boim Şapeli bulunuyor. Boin Şapeli küçücük bir yapı. Macar asıllı tüccar George Boim ve ailesinin ebedi istirahatgahı konumundaki şapelin içindeki sanar eserleri kesinlikle görülmeye değer.



Boim Şapeli'nin her detayını resmettikten sonra şapelden ayrılarak Lviv Ermeni Katedrali'ne (Armanan Cathedral of Lviv) doğru yola yürüyoruz. Ermeni Katedrali, Kars'ta bulunan Ani Katedrali'nden ilham alınarak yapılmış. Yapı, 14. yy. da küçük bir kilise olarak inşa edilmiş, yıllar içinde aldığı darbeler sonucu restore edilerek büyütülmüş. 


Ermeni Katedrali diğer katedrallerden farklı olarak sadeliği ile dikkat çekiyor. Ermeni Katedrali'nin bulunduğu Virmenska Sokağı şehirde yaşayan ermenilerin ikamet ettiği bölgeymiş. Sokağın mimarisi ve canlılığı beğenilmeyecek gibi değil. 

Virmenska Sokağında Gaz lambası Müzesi (Gasova Lampa) bulunuyor. Gaz lambasının mücidi Ignacy Lukasiewicz buralıymış. Buraya müzeden ziyade bar diyebiliriz. İçkileri deney tüpünde servis edilen votka ve likörler var. 



Virmenska’yı da arşınladıktan sonra, öğle yemeği için Backzewski Restaurant'a gidiyoruz. Aslında akşam için rezervasyon yaptırmak istemiştik ancak önümüzdeki 3 gün dolu olduklarını söylüyorlar. Biz de şansımızı öğle yemeğinden yana kullanmak isteyip mekana döndüğümüzde kuyrukla karşılaşıyoruz. O kuyruk ne kadar uzun olursa olsun kesinlikle bekleyin, inanın içeri girdiğinizde ve masanıza oturduğunuzda mekanın atmosferinin beklemeye değer olduğuna hemfikir oluyorsunuz. Mekan cam tavanlı yeşillikler içinde, papağanların neşelendirdiği insana otomatikman huzur katan bir yer. Aynı zamandan hem yemekleri lezzetli hem de fiyatlar ortalamada. Backzewski'yi mutlaka deneyin, mekan bizden hem atmosfer hem de fiyat performans olarak tam puan alıyor.


Aslında Backzewski, açık büfe kahvaltısı ile ünlü ama kahvaltı için gittiğinizde rezervasyon almadıkları için devasa kuyrukla karşılaşmanız çok muhtemel. Duyduğum kadarıyla kahvaltısı zaten ahım şahım değilmiş, atmosfer için gidiliyormuş. Yemekleri gayet güzel, kahvaltı için pes ettiyseniz de öğle/ akşam bir öğünde buraya uğrayın derim. Ama akşam için rezervasyon şart.


Bir sonraki durağımız, Rynok Meydanında yer alan Pravda Beer Theatre. Pravda, Ukrayna'nın ünlü bira markalarından Pravda'ya ait mekanın ilk katında bira ve hediyelik eşyalar satılıyor, ikinci katta canlı müzik ve pub bulunuyor. Üçüncü katta da yine pub bulunuyor. Bira şişeleri ve satılan bardak altlıklarında obama/putin/trump figürleri ile eğlenceli bir mekan.





Cam kenarındaki masalarda oturup, Rynok'un pastel renkli evlerini izleyip, biralarınızı yudumlamak için ideal bir mola yeri.


Şimdi Rynok'tan biraz uzaklaşıp Opera Binası'na doğru yöneliyoruz. Lviv Opera House'un içini de görebilmek adına internet üzerinden daha önce aldığımız opera biletlerimiz mevcut:) Ben opera salonunu görebilmek için internetten özellikle balkonlu salonda oynanan oyun için biletlerimi önceden almıştım. Bir tavsiye vermem gerekirse, eğer operaya gitmeyi düşünürseniz, sahnenin tam karşısından koltuk seçimi yapmalısınız. Biraz kenardan koltuk seçseniz dahi sahneyi görmekte zorlanabiliyorsunuz. Opera binasının içinin dışından çok daha görkemli olduğunu söyleyebilirim. 



Oyun başlayana kadar Opera Binası'nın bulunduğu Svobody Avenue'da sokak lezzetlerinin bulunduğu panayır tarzı bir alan mevcut. Bu alandan geçerken yüklesen kokuların sizi acıktırmaması pek mümkün değil. Beef sosisi mutlaka deneyin. 


Opera Binası'nın önünde hareketli bir meydan bulunuyor. Aileler, gençler bankalarda oturmuş bu meydanda takılıyor. 

Operadan çıktıktan sonra hem karın doyurmak, hem de konsept mekanlardan biri olan Kryjivvka'yı görmek için Rynok Meydanı'na gidiyoruz. Kryjivka, tabelası olmayan gizli bir mekan. Kryjivka Avrupa'da en çok ziyaret edilen restoranlardan birisiymiş ve aynı zamanda Ukrayna istihbaratının 2. Dünya Savaşı'ndan kalan son saklanma yeriymiş. Meydanda 14 numarayı bulduktan sonra pasajdan içeri girin ve tahta kapıya yönelin. Bizi burada da bir kuyruk karşılıyor. Kapalı kapının önünde bekleyen insanlar grup grup içeriye alınıp, sonra tekrar kapı kapanıyor. Sıra bize geldiğinde asker kıyafetli bir adam kapıyı açıyor ve bize parolayı soruyor. Parola "Slava Ukraine". Parolayı bildikten sonra da hemen bir shot içki ikram ederek, sizi aşağıya yönlendiriyor. Aşağısı tam bir sığınak görünümümde. Burada yemeğinizi de yiyebilirsiniz, biz Borsch çorbasını burada denedik. Ancak bana pek hitap etmedi. Yemekler savaş dönemindeki kaplar ile servis ediliyor. Ara sıra silahlar patlıyor. Burası Lviv, tabi ki tiyatral şovlar eksik olmuyor. Bu mekan da bizi şaşırtmaktan geri kalmıyor. 

Kryvijka'dan çıktıktan sonra, bir diğer konsept mekan olan Masoch Cafe'ye gidiyoruz. Ancak burada da bizi uzun bir kuyruk karşılıyor. Lviv'de kaderimiz sıra beklemek:) Dışarıda bekleyen insanlar olarak içeride neler olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Cam kapının ardında gördüklerimiz ise merak uyandırmayacak cinsten değil açıkçası. Masoch Cafe, mazoşizm konseptli bir bar. Mekan ismini, mazoşizmin isim babası Lvivli Leopold Von Sacher-Masoch'tan almış. Mekanda kırbaçla dolaşan garsonlar mevcut. Boş bulunduğunuz bir anda yada içkinizi yudumlarken kırbaç yemeniz çok olası. Mekanı ilginç kılan durum ise kırbaç yemeye gönüllü olan insanların olması. Gönüllüler, ortaya çıkarak binbir atraksiyona maruz kalıyorlar. Korkmayın kimse masanızdan sizi zorla kaldırıp kırbaçlamıyor. Bu konuda gönüllü olanlar illa ki oluyor. Gördüklerimiz ağzımızı açık bırakıyor. Gözlemim garsonların daha çok yerlilere sataştığı yönünde. Enteresan olaylara şahitlik edip, şaşkın şaşkın mekandan ayrılıyoruz. İçtiğimiz kokteylleri çok başarılıydı. Hesap ise mekanın feminenliğine uygun olarak topuklu ayakkabı içerisinde geliyor. 


Günün gecesinde Lviv kulüplerini görebilmek adına Fashion Club’a gidiyoruz. Mekanın girişi alengirli olsa da, içerideki danslar ve ortam 90’lardan kalmış gibi. Biraz kalıp çıkmaya karar veriyoruz. Tercihinizi başka bir gece kulübünden yana kullanmanızı tavsiye ederim. 

Ertesi gün, kahvaltı yapmak üzere Cukor'a gidiyoruz. Yurt dışında yaptığım en iyi kahvaltılardan biriydi. Tadı hala damağımda. 



Kahvaltıdan sonra Lviv'in sokaklarını arşınlıyoruz. Pastel binaların en güzel örneklerini Brativ Rohatynstiv sokağında görebilirsiniz.







Ara sokaklardan Kayıp Oyuncaklar Müzesi'ne gidiyoruz (Yard of Lost Toys). Vasily Petrovich'in oturduğu apartmanın yakıında iki oyuncak bularak, sahipleri gelip alsın diye apartmanının bahçesine bırakmasıyla başlamış ve zaman içinde oyuncak kolleksiyonu genişlemiş. Oyuncaklar bahçede açık havada bulunuyor. Muhakkak görün diyebileceğim bir yer değil açıkçası. 



Bu çok gerekli olmayan müzeden de eksik kalmayarak, Saint George Katedrali'ne doğru yola çıkıyoruz, önümüzde uzun bir yürüme yolu olduğunu bilmeden:) Geçtiğimiz sokaklarda yine mimariden etkilenerek, katedrale giderken bayağı şehir merkezinin dışına çıkıyoruz. Katedralde bizi düğün hazırlıkları karşılıyor. Katedrali de görüp, Ivan Franko Parkı üzerinden şehir merkezine geri dönmek üzere yola koyuluyoruz.



Ivan Franko Parkı devasa bir park. Bir ucundan girip, diğer ucundan çıkarak dönüş yolunu parkın içinden arşınlıyoruz.


Buraya kadar gelmişken Shevchenka Aveue'dan da geçmeden edemiyoruz. Meydan etrafındaki binaların güzelliği ile dikkat çekiyor. 

Rynok’a doğru ilerlerken çikolata cenneti olan Lviv Hand Made Chocalate’ı da es geçmiyoruz. Kafesi, mağazalarıyla katlara ayrılmış mekan öyle kalabalık ki, merdivenlerinden tek sıra halinde çıkıyoruz. Ee tabi bütün katları gezdikten sonra, aşağıda fotoğrafı olan güzel bardaktan kaşıklamamak olmazdı. 


Günün akşamında, denemek istediğimiz Mons Pius'a gidiyoruz. Mons Pius, et restoranı. Bahçesinde keyifli zaman geçirebilirsiniz. Ancak porsiyonlarının küçük olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. 

Karnımızı doyurduktan sonra, tatil ritüelimiz olan caz dinlemek üzere Libraria Speak Easy Jazz Bar'a gidiyoruz. Bu barın yerini tespit edebilmek için gündüz bayağı etrafında dönüp durduk çünkü burası bir bahçenin içinde gizli bir bar. Yerini Mons Pius'u geçince, sağdan içeri şeklinde tarif edebilirim. Yine de bulamazsanız Mons Pius'a sormakta fayda var. Bar, isminden de anlaşılacağı gibi kütüphane konseptli. 


Müzik bitince, kendimizi yeniden Rynok'a atıyoruz. Drunken Cherry, geceyi noktalayabileceğiniz ideal yerlerden biri. Rynok meydanında bulunan bu barda, kiraz likörü alıp dışarıda bu likörü tüketebiliyorsunuz. Benim için fazla tatlı olsa da Lviv'in olmazsa olmazlarından.

Böylece Lviv’deki son günümüzü de noktalıyoruz. Küçücük şehir, nasıl olsa her yeri görürüz deyip de göremediklerimize gelince; 

Konsept mekanlardan bir diğeri, The Most Expensive Galician Restaurant. Restoran Rynok meydanında Krijivka' nın olduğu binada bulunuyor. Kapıyı çaldığınızda ufak bir odada yaşayan ropdöşambrlı bir adam kapıyı açıp, sizi karşılıyormuş. Bu ne neresi burası derken, sonra odasının yanından bir kapı açıyor ve lüks bir restorana giriliyormuş. Mönüde fiyatlar bir sıfır fazlaymış ve ödeme esnasında fiyatlardan bir sıfır atılıyormuş. 

Lychakiv Cemetery (Lychakiv Mezarlığı) devasa bir alan üzerinde 1787’de kurulan mezarlıkta sanat eserleri mevcut. Adeta açık hava müzesi olan mezarlıkta, Ukrayna'nın önemli isimlerinin mezarları mevcutmuş. Burayı da zamanımız yetmediğinden göremedik.

Gidip de kapısından döndüğümüz mekan ise, House of Legends. Ben gittiğimde, nedendir bilinmez kapısında mühür vardı. Belki siz gittiğinizde mekan açıktır. Bir deneyin derim. Mekanın özelliği, içeride çalışanlar cüceler ve mekanın çatısında bir araba ve baca temizleyici bir heykel mevcutmuş. 5 katlı bir apartmanın her katının restoran olarak kullanıldığı House of Legends'da çatıya çıkılmalı. Çatıda dilek dileyip, heykelin şapkasına para atabileceğiniz bir de turist aktivitesi varmış:) Binanın dışı ejderha figürlü ve ejderhaların altında tren var. 


Lviv’e dair verebileceğim detaylar ise şöyle; yemeklerin servis süresi ortalama 45 dakika sürüyor, çok aç gitmemeye gayret edin derim. Turistik mekanlar haricinde, halk pek İngilizce bilmediğinden, iletişimde sıkıntı yaşanabiliyor.

Yeme içme tavsiyelerine gelirsek, her yerde okuyacağınız üzere, yöresel yemeklerden Borsch çorbası ve varenyky denen mantıları meşhur. Varenyky, mantı gibi içinde patatesten peynire çeşit çeşit iç dolgusu olan bir yiyecek. Borsch çorbası ise içinde çeşit çeşit sebzesi olan bir çorba. Bunlar haricinde ağırlıklı olarak et restoranları ve dünya mutfağı hakim.

Lviv’in en sevdiğim yanlarından biri ise, sokakta yürürken kulağınıza müzik sesi gelmesi çok olası. Muhakkak biryerlerden bir tını geliyor ve buna bayılmamak ne mümkün. 

Özetle, beklentimin düşük olmasından mı bilemiyorum ancak, Lviv'i çok sevdim. Ulaşımı, gezmesi kolay, oldukça eğlenceli ve ucuz bir şehir. Beni şehirlerde en çok etkileyen şeylerden biri olan mimari de orta çağdan kalma olunca, daha ne olsun ki:)

18 Temmuz 2018 Çarşamba

DALYAN- DATÇA

Gezip gördükçe anlıyoruz ki, Güney Ege tam bir cennet. Muğla' nın yüz ölçümünün bir hayli geniş olması sebebiyle, tek tatilde her yeri görmek pek mümkün olmuyor. Bu sebeple, belirli noktaları belirleyip, diğerlerini sonraki tatillere bırakmak şart. 

Bu seneki (2016) rotamızı, İstanbul- Dalyan- Akyaka- Datça- Bodrum- İstanbul olarak belirliyoruz.

DALYAN

İstanbul’dan hareketle ilk hedefimiz Dalyan:)

Dalyan, Muğla’ nın Ortaca ilçesine bağlı, Köyceğiz gölünün kenarına kurulmuş bir tatil beldesi. Dalyan’ a girdiğiniz anda sakinlik sizi ele geçiriyor. İlk görüşte minik bir sahil kasabası deyip geçsek de,  vakit geçirdikten sonra Dalyan’ a bayılıyoruz.  


Otelimizin bahçesi
İlk iş eşyalarımızı otelimize bırakıp Dalyan’ ı keşfe çıkıyoruz. Beldede ilk göze çarpan, tıpkı bizim otelimizde de olduğu gibi, mülk sahiplerinin villalarını butik otele çevirmesi. 

Otelden aldığımız tavsiye ile karnımızı doyurmak ve biraz etrafı gezmek üzere Üç Kardeşler Pamukkale Pide Salonu' na gidiyoruz. Mütevazi bu mekanda lezzetli pidemizi yeyip, göl kenarına doğru yola koyuluyoruz. Pide nasıldı derseniz, bulunmayacak bir lezzet sunmasa da hızlıca yeyip kalkmak için ideal.

Dalyan' da göle sıfır konumda sıralanmış restoranlar, çay bahçeleri ve yürüyüş yolları doğayı en güzel şekilde özümsemenizi sağlıyor. 



Gölün karşı kıyısında ise beldeye etkileyicilik katan Kaunos Kral Mezarları bulunuyor ve görkemli yapısı sayesinde mezarlar başrolü kapıyor. 





Mezarlar, ne kadar yüksekte olursa, tanrıya o kadar yakın olunacağına inanılarak yapılmış. Beldenin nerdeyse her noktasından görülebilen mezarların, gece ışıklandırılmış haliyle hem etkileyici hem de bir o kadar ürkütücü durduğunu itiraf edeyim:)


Göl boyu yürüyüp Kaunos Çay bahçesine ulaşıyoruz. Adı çay bahçesi olsa da bira vs. alkollü içecekleri de mevcut. Bu mekanda karşımıza kral mezarlarını alıp, göle karşı oturarak yol yorgunluğumuzu atıyoruz. 



Akşam için ise yine göl kenarında bir restoranda meze konseptli akşam yemeğimizi yiyoruz. Dalyanın mavi yengeci meşhur. Ama bizim gittiğimiz dönem av yasağı olduğundan tatma imkanımız olmadı.

Dalyan’ ın gecesinde ne yapılır derseniz. Sahilde Jazzbar adında bir mekan var. Bizim tatil ritüelimiz caz dinlemek olduğundan yemekten sonra kendimizi buraya atıyoruz, ancak mekanda yapılan müziğin caz ile ilgisi yok. Çıkan grup bayağı rock çalıyordu ama çok da güzel çalıyordu. Çok keyifli, sıcak bir mekan. Geceyi sonlandırmadan önce uğrayıp bir şeyler içebilirsiniz.

Dalyandaki ilk günümüzü bu şekilde noktalıyoruz. Gecenin sabahında Dalyan’ ı dünkünden daha çok severek uyanıyoruz. Dalyana 1 gece 1,5 gün ayırdığımızdan ötürü otelde hızlıca kahvaltı yapıp otelden ayrılmayı ve İztuzu’ nu görüp, rotaya devam etmeyi planlıyoruz. 

Dalyandan İztuzu plajına tekne dolmuşlarla ulaşmak mümkün ve karadan gitmektense tekne ile ulaşmak bence en keyiflisi. Bizim gittiğimiz dönem gidiş- dönüş bilet fiyatı 10 TL’ ydi. Bileti atmamak gerekiyor zira dönüşte de aynı bileti kullanıyorsunuz. 

Sazlıkların arasından gidilen yolda, caretta mı arayalım sahil tarafına mı kral mezarlarına mı bakalım derken yarım saatlik yol çabucak bitiyor.



Yaklaşık yarım saatlik tekne yolculuğundan sonra İztuzu plajına ulaşıyoruz. Bu plajın en önemli özelliği caretta carettaların üreme alanı olması. Caretta carettaların her yıl Mayıs ayından Eylül ayına kadar yumurta bırakmaları devam ettiği için plaj 20:00’ dan sabah 08:00’ a kadar kullanılamıyor. Ama şansızlık ki caretta carettalara rastlamıyoruz.

İztuzu plajı Ege’ nin diğer popüler plajlarının aksine tıklım tıkış şezlongların olduğu bir plaj değil, geniş uzun sahilde rahatlıkla kendinize yaşam alanı sağlayabileceğiniz bir şemsiye ve şezlong bulabilirsiniz. İngiliz Times gazetesinin bu plajı Avrupa’ nın en iyi açık alanı olarak belirtmiş olduğunu okumuştum.  Gerçekten çok geniş bir kumsal.



Bu bölgede eskiden Dalaman Çayının yanına kurulu bir liman şehri varmış. Ancak büyük bir deprem sonucunda çay yatağını değiştirmiş ve çay olmayınca deniz kumlarını kıyıya sürüklemiş. Zamanla biriken kumlar İztuzu plajını oluşturmuş. Plajın bir tarafı deniz suyu bir tarafı ise tatlı su. 

Deniz hafif dalgasına rağmen muhteşem renginden bir şey kaybetmeden karşılıyor bizi. Denizden doyunca tekrar tekne ile Dalyan merkeze geri dönüyoruz. Dalyandan ayrılmadan önce bölgenin meşhur buz gibi nar suyundan içmeyi de ihmal etmiyoruz tabi ki. 

Sözüm o ki; Dalyan’ ı sevmemek pek mümkün değil. Kendine has bir hali var, popüler yerler gibi kirlenmiş değil. 

Tatil programımızda Dalyan’ a ayırdığımız vaktin bu kadar olması sebebiyle yola koyuluyoruz, ancak vaktiniz varsa Kaunos Antik Kenti ve tekne gezisi keyifli olabileceği gibi çamur banyosu da değişik bir aktivite olabilir.

YUVARLAK ÇAY

Dalyandan ayrılıp, fotoğraflardan görüp bayıldığımız Yuvarlak Çay’ a doğru yola çıkıyoruz. Yuvarlak Çay’ a, meşakkatli bir yol ile tırmanıyoruz. Arabamızı park edip, vadiye ulaştığımızda yazın kavurucu sıcağından serin bir dünyaya ulaşıyoruz. 

İlk tavsiye edebileceğim husus kesinlikle Pazar günü ziyaret edilmemesi gerektiği, zira şahsım adına tecrübe etmiş bulunuyorum ki adım atılacak yer olmuyor. Ve kalabalıkta bu doğa harikası yere karşı ani duygu değişimleri yaşıyoruz. İlk başta oooo çok güzel deyip, ayy aman bu muymuş hadi gidelim diyerek noktalıyoruz hislerimizi. 

Şöyle ki, buranın tandırı meşhurmuş. Biz de Yeşil Vadi Restaurant’ ta tandır yemeye inanarak gelmemize rağmen, kalabalık üzerine ne oturacak yer bulabiliyoruz ne de atmosferden  keyif alabiliyoruz. 

Tavsiyemi yaptıktan sonra biraz ne göreceğinizi anlatayım. Kalp hastalığı olanların girmemesi tavsiye edilen buz gibi bir su, bu suyun üzerine kurulmuş ahşap seyir yerleri ve bu suya doğru havalandığınız Muğla’ nın en meşhur salıncaklarından biri. Tecrübe ettiğim üzere suyun soğukluğu kesinlikle abartı değil, ayağımı sokmamla çekmem bir oldu diyebilirim. Bahsettiğim kalabalığı hatırlayınca salıncak önünde kuyruk olması da şarşırtıcı gelmemiştir. 


AKYAKA

Böylece karnımızı doyuramadan Yuvarlak Çay’ dan ayrılarak Akyaka’ ya yöneliyoruz. Akyaka’ ya girdiğimiz anda bizi Azmak nehri karşılıyor. Sağda yazlık evler solda Azmak ve restoranlar yüzümüzü güldürüyor. Daha çok yazlıkçıların yerleşkesi olduğunu gözlemliyoruz. 


Doğa nehir ördek üçlemesi eşliğinde oturup, kahvelerimizi yudumluyoruz. Ama bu şirin yerde denizin Ege’ ye yakışmayacak bulanıklığı bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.



Akyaka’ dan sonra istikamet Datça. Ancak önce Akçapınar Tostçusuna uğrayıp gözleme ve tost yemeden bölgeden uzaklaşmak olmaz. Akçapınar Tostçusu Muğla’ nın yerlilerinden aldığımız bir tavsiye olmasının yanısıra bayağı da ün salmış bir yer. Ancak nasıl bu kadar ünlü olduğunu anlayamadığımızı belirteyim. Kötü müydü derseniz, değildi. Ama bildiğimiz tost. Atmosfer, okaliptüs ağaçlarının kattığı hava ve tatil kafası herşeyi pek bulunmaz algılatıyor olabilir. Bu arada Akçapınar yolu okaliptüs ağaçları ile kaplı özel bir yol. Burayı görmek için bile uğranabilir. 

DATÇA

Karnımız doyduktan sonra artık Datça’ ya gitme zamanı. Akyaka’ dan Datça’ ya ulaşım uzun ve meşakkatli bir yol gerektiriyor. Datça’ nın yolunun namı meşhurdur bildiğiniz gibi. Yeni yol var dediler, yenisi buysa eskisi nasıldı demekten kendimi alamadım. 

Marmaris Datça yolunda Mavi Pide adında bir pideci var. Hem lezzeti güzel, hem de ördeklerin cirit attığı hoş bir mekan. Yemek ve mola önerisi isterseniz tavsiye ederim. 

Vee Datça’ ya varışımız akşam oluyor. Otelimize yerleşip kendimizi Datça sokaklarına atıyoruz. Datça ilk etapta orta direk aile tatil yeri olarak göze çarpıyor. Denizinin muhteşemliğini anlatmaya gerek yoktur diye düşünüyorum. Şehir içi marinada suya bakıp gecenin karanlığında denizin dibini görüp, teknelerin yanından geçen balıkları seçince denizine ilk orda vuruluyoruz. 

Datça, sahil boyu gündüz plaj olan kumlara masalar atılan mekanlarla dolu ki bu benim en sevdiğim konsept. Sahilde yürüyüp ertesi gün yemek yiyeceğimiz mekanı seçiyoruz. Dutdibi Fishmekan’ dan yer ayırtıp denize sıfır bir masayı yarın gece için kapıyoruz. 


Dutdibi fishmekan

Sahil boyu uzanan bu yolda çay bahçeleri, meyhaneler, takıcılar bulabilirsiniz. 

İkinci günümüzü Palamutbükü ve diğer koylara ayırıyoruz. Erkenden yola çıkıp Palamutbükü’ ne ulaşıyoruz. Palamutbükü’ nde sahil boyu kafeler göreceksiniz. Birinde kahvaltımızı yapıyoruz. Ve bu kafenin sahildeki şezlonglarına yerleşiyoruz. Hafif taşlık ama muhteşem bir deniz bizi bekliyor. Denizin rengi, berraklığı bizi bizden alıyor. 

Palamutbükünden ilerleyince Akvaryum koyu bizi karşılıyor. Devam ettiğimizde ise Ovabüküne varıyoruz. Ovabükü’ nün denizi bizi çok etkileyemediğinden burada denize girmedik. 

Ovabükü’ nden ilerlediğimizde ise Hayıtbükü’ ne geliyoruz. Hayıtbükü’ nde daracık bir kumsal var ama çok sevimli ve huzurlu bir yer. Akşama kadar burada yayılıp, keyif yapıyoruz.



Datça koylarını gezdikten sonra akşam yemeği için Dutdibi Fishmekan’ a gidiyoruz. Mekan çok keyifli, sular neredeyse ayaklarımıza ulaşacak noktada. Ama Ege standartlarına göre mezelerini çok başarılı bulmadığımı belirteyim(kötü asla değildi ama bu yörede beklenti yüksek). Lezzetli yemek İstanbul’da da var, bazı anlarda önemli olan atmosfer. Ve buranın atmosferi on numara.



Ertesi sabah soluğu Datça Vineyard & Winery’ de alıyoruz. Burası üzüm bağlarının ortasına kurulmuş bir şarap evi. Kahvaltıdan önce şarap tadımımız pek hoş geçmese de, şaraplarını aç karna dahi çok beğeniyoruz ve birkaç şişe satın almayı da ihmal etmiyoruz. 

Keşke bizim de böyle bağlarımız ve ortasında şarap mahzenimiz olsa diyerekten kahvaltı etmek üzere Eski Datça’ ya doğru yola çıkıyoruz. Eski Datça’ da daha önceden araştırıp bulduğum Mehtap’ ın Yeri’ ne gidiyoruz. Burası aile işletmesi şirin bir yer. Ancak kahvaltının bekleneni verdiğini söyleyemem. 



Eski Datça ise adeta sizi başka bir döneme götürüyor. Burada büyüleyici, film seti tadında bir dünya sizi bekliyor. Can Yücel sokağını da atlamadan itina ile sokaklarını arşınlıyoruz. 








Ve Datça’ da gidilmek istenen noktalar sıralamasında geriye Olive Farm kalıyor. Olive Farm’ da, çeşit çeşit zeytinler, zeytinyağları, hediyelik eşyalarla dolu güzel bir dükkan bulunuyor. Gidip gezilesi hoş bir yer. Ancak fiyatlarını yüksek bulduğumuzu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Ertesi gün yola çıkmadan önce şehirdeki Talık plajına girip, Datça- Bodrum feribotu ile Bodrum’ a geçiyoruz. Datça’ dan Bodrum’ a geçecekseniz feribot tercih edebilirsiniz. Böylece virajlı Datça yollarını bypass etmiş oluyorsunuz. Bodrum için birçok gezi yazısı olduğundan Bodrum’ a bu yazımda değinmeyeceğim:)

Bu arada dönüş yolunda Akhisar taraflarında acıkırsanız, şehir içindeki Can Köfte’ yi şiddetle tavsiye ederim. Ben şahsen, bu güzergahtaki ana durağım olarak hafızama kazıdım kendilerini.