15 Şubat 2016 Pazartesi

PRAG

Masal Şehri Prag...

Prag, anlatıldığı kadar büyülü ve romantik bir şehir. 

Vltava nehrinin iki yanına kurulmuş bu şehir, 40 yılı aşkın süre boyunca komünist rejimin etkisinde kalmış ve Kadife Devrimi ile birlikte turist almaya başlamış. Şehrin eski yerleşim kısmı öyle güzel korunmuş ki, kendinizi adeta ortaçağda hissediyorsunuz. 

Çek Cumhuriyeti’ nin para birimi olan Çek Koruna’ sını Türkiye’ de edinmeniz zor olabilir. Bu sebeple Euro olarak para değişimi yapmanız gerekiyor. Prag’ a dair yapabileceğim en önemli tavsiye; para değişiminde çok zorda kalmadıkça bankalardan şaşmamanız. Döviz bürolarında % 0 komisyon yazıyor, ancak uyguladıkları değişim kuru asla belirtildiği gibi olmuyor. Bu sebeple, döviz bürosundan değişim yapacaksanız önce kur bilgisini sormanızı şiddetle öneririm.

Prag Havaalanı, şehir merkezinden 17 km uzaklıkta ve şehir merkezine ulaşmamız yaklaşık 25-30 dakika sürüyor. Havaalanından 100,119,179 nolu otobüsler veya Airport Express ile şehir merkezine ulaşabilirsiniz. Biz şehir merkezine taksi ile ulaşım sağladık.

Havaalanından çıktığımızda, şehrin biraz hayal kırıklığı hissi yarattığını söyleyebilirim. Ta ki, Old Town' a gelene kadar.

Prag’ da otel seçiminizi mümkün olduğunca old town kısmına yakın seçmenizi tavsiye ederim. Biz, Nove Mesto (Yeni Şehir)’ da kalan Prag 2 bölgesinde konakladık ama turistik bölgelere uzak kaldığını düşünüyorum.

Otele yerleştikten sonra Prag' ı keşfe çıkmak üzere kendimizi sokağa atıyoruz. Gezimize National Museum (Narodni Muzeum) ile başlıyoruz. National Museum Çek Cumhuriyetinin en büyük ve en eski müzesiymiş. Müzenin bulunduğu yapı 1885-1890 yılları arasında neo-rönesans tarzında saray olarak inşa edilmiş. Müzenin içerisini görmesem de binanın dışı görülmeye değerdi diyebilirim (Vaclavske Namesti 68) .

National Museum’ un bulunduğu meydanın adı Wenceslas Square/ Vazlavske Namesti (Vaclac Meydanı). Wenceslas Meydanı, Nove Mesto (Yeni Şehir)’ nun merkeziymiş ve Çekoslavakya tarihindeki önemli olaylarda, kitleler bu meydanda toplanırmış. Meydandan aşağıya doğru inildiğinde, yaklaşık 1 km. uzunluğunda geniş bir bulvar bulunmakta, bu bulvarda bir çok mağaza/otel/kafe bulabilirsiniz.

Bulvardan aşağıya doğru indiğinizde ise sağ tarafta Na Prikope sokağı bulunuyor. Bu sokakta sağlı sollu mağazalarla karşılaşacaksınız. Prag araştırmalarınız sırasında bölgeler birbirine uzak gibi gözükse de, aslında küçük bir alan üzerinde olduğunu göreceksiniz. Bu sebeple ulaşımı dert etmemenizi öneririm.

Bu bölgeden ilerleyip sola doğru yöneldiğinizde kendinizi old town kısmında bulacaksınız. Benim en en en sevdiğim kısım old town diyebilirim. 



Old Town Square (Staromestske namesti) tatiliniz boyunca sayısız kez gezip dolaşacağınız bir yer ve aynı zamanda kentin merkezi. Old town meydanının ortaçağdan fırlamış hali ve pastel renkli binaları tek kelimeyle zamansızlık hissi yaratıyor. Meydanın ortasında dönemin ünlü filozof ve rahiplerinden olan ve kilisede reforma gidilmesini istediği için yakılarak öldürülen Jan Haus’ un anıtı bulunuyor. Meydanda gezilecek birçok turistik nokta mevcut olsa da Astronomik Saat’ i ilk sırada sayabiliriz.

Astronomik Saat (Astronomical Clock)' in, yapımı ile ilgili çeşitli rivayetler var, ancak bunlardan en ilgi çekicisi şöyle; 15. yy’ da saat ustası Hanus tarafından yapıldıktan sonra, kasabanın kibirli insanları, bu saatin taklidini başka bir yerde yapamasın diye Hanus’ un gözlerini kör etmişler. Akabinde Hanus, intikam almak için hem saate zarar vermiş, hem de kendi hayatına son vermiş. Hanus’ un saate verdiği hasarın tamiri mümkün olmamış.

Saatin üzerindeki 12 dilim 12 burcun sembollerini göstermekteymiş.

Astronomik saatin her saat başı kendini tekrarlayan bir gösterisi var. Her saat başı tahtadan yapılmış havari figürleri pencerede görünüp hareket etmeye başlıyor. En soldaki elinde ayna tutan havari; kibir ve kendini beğenmeyi, elinde altın kesesi tutan Yahudi; aç gözlülük ve faizciliği, iskelet; gelen ölümü, mandolin çalan havari; keyif ve eğlenceyi sembolize ediyormuş. Her saat başı bu havarilerden iskelet, elindeki zili çalıp, başını salladığında ölüm size yakın demek istiyormuş. Diğerlerinin ise kafalarını sallamaları ölümü kabullenmedikleri yönünde yorumlanıyormuş.

Zaten kalabalık olan bu meydanda, saat başı ekstra bir turist kalabalığı görebilirsiniz. Gösteriyi dakikalarca bekleyip, sadece birkaç dakika sürdüğünü gördüğünüzde biraz hayal kırıklığına uğrayabiliyorsunuz ama bence meydana enstantane katan güzel bir ayrıntı.

Astronomik Saatin bulunduğu binanın hemen yanında Eski Belediye Binası’ nı (Old City Hall) görebilirsiniz. Bu binanın bir kısmının olmadığını hemen fark edeceksiniz. Bunun sebebi, 2. Dünya Savaşından zarar görmesi olarak anlatılıyor. Bu binada göze çarpan hasarın aksine, Prag, 2. Dünya Savaşı’ nı hemen hemen hiç yara almadan atlatmış. Hitler’ in bu şehre kıyamadığı söyleniyor. Ancak bu söylentiye rağmen şehir iki kez bombalanmış. Bunlardan ilki, Amerikalı bir pilotun Dresden diye yanlışlıkla (!) (Prag- Dresden arası yaklaşık 150 km. imiş) Prag’ ı bombalaması, ikincisi ise Almanların Prag’ dan çekilirken belgeleri yakmak için City Hall’ u bombalaması olarak kayda alınmış.

Belediye Binası’ nın tam karşısında meydanın diğer tarafında Tyn Kilisesi (Tyn Önündeki Meryem Anamız Kilisesi)’ ni bulabilirsiniz. Kilisenin içerisi, bu da artık abartı dedirtecek kadar gösterişli.

Tyn kilisesini gezdikten sonra Karluv Most /Charles Bridge/Karel Köprüsü’ ne doğru yöneliyoruz. Karluv Most, Prag’ ın en ünlü köprüsü olarak biliniyor. Vltava nehri üstündeki en güzel köprü olması dolayısıyla namını hak ettiğini söyleyebilirim. 520 mt. uzunluğundaki köprü, Eski Judith köprüsünün sele kapılıp hasar görmesi sonucu inşa edilmiş. Köprünün üzerindeki 17. yy.da yapılmış heykeller bulunuyor. Bu heykelleri teker teker incelememiş olmam dolayısıyla sizlere detaylı bilgi veremiyorum ama köprü son derece etkileyici araştırmanızı tavsiye ederim.

Köprüyü geçmeden, nehir boyunca ilerlediğinizde güzel manzaralarla karşılaşacaksınız. Nehir kenarındaki bu cadde, güzel bir yürüyüş yolu bu yol boyunca yürümek keyifli gelecektir. Yol boyunca ilerlediğinizde, solda Cafe Slavia’ yı göreceksiniz. Cafe Slavia, Nazım Hikmet’ in Prag’ da yaşadığı yıllarda sık sık ziyaret ettiği bir kade olması dolayısıyla önem taşıyor. Burası, duvarları fotoğraflarla süslü, kocaman, ferah, güzel bir kafe. Kahve molası veya birşeyler atıştırmak için tavsiye ederim. (Narodni, 1)

İlerlediğinizde Dans Eden Ev (Tancici dum/ Dancing House) sizi karşılıyor. Dans Eden Evi fotoğrafladıktan sonra yorucu kısmı noktalayıp yemek ve dinlenme moduna geçiyoruz.


Akşam yemeği için, değişik olabileceğini düşünerek bir tekne restorana gidiyoruz. Boat Hotel Matylda Ristorante, Nove Mesto bölgesinde İtalyan yemeği sunan bir tekne restoran. Olağanüstü lezzetler sunduğunu söyleyemeyeceğim ama denizin üstünde Prag manzarası eşliğinde yemek yemek keyifliyd diyebilirim. (Masarykovo Nabrezi)


İkinci gün ilk hedef, şehrin bir çok yerinden siluetini gösteren Prag Kalesi. Prag Kalesi’ ne biz taksi ile gitmeyi seçtik, ancak 22 numaralı tramway ile gidip, Malostranska durağında inerek ulaşmak da mümkün. 

Prag Kalesi, her şehirde görmeye alışkın olduğumuz bilindik kalelerden değil. Şöyle ki, yaklaşık 70.000 m2 lik bir alana kurulu, içinde bir çok bina bulunan devasa bir yapı. Kalenin bir bölümü halen Çek cumhurbaşkanının ofisi olarak kullanılmaktaymış. Kaleye giriş ücretsiz, ancak içerideki yapıları gezmek isterseniz bilete ihtiyacınız olacak. Dar ve geniş kapsamlı olmak üzere, iki ayrı bilet seçeneği mevcut. Dar kapsamlı olanın da gayet yeterli olduğunu düşünüyorum. 

Kaleden içeri girmeden önce, Hradcanske Namesti (Hradcany Meydanı)’ yi göreceksiniz. Kalenin bu bölgesinde muhafızların nöbet değişimini görmek mümkün. Ben denk gelemedim. Ama okuduğuma göre; nöbet değişimleri 05:00- 22:00 arası her saat başı yapılıyormuş, öğle vakti gerçekleşen değişim töreni ise en görkemli olanıymış. 

Kalenin içerisinde yer alan, Aziz Vitus Katedrali (Katedrala Svateho Vita), Eski Kraliyet Sarayı (Stray Kralovsky Palac), Aziz George Bazilikası (Bazilika Sv. Jiri), Aziz George Rahibe Manastırı (Klaster Svateho Jiri) ve Altın Yol (Zlata Ulicka/Golden Gate) görülmeye değer.

Benim için Aziz Vitus Katedrali ve Altın Yol, en ilgi çekici olan kısımlar oldu.

Aziz Vitus Katedrali; Prag’ daki en büyük kiliselerden biri ve aynı zamanda Prag krallarının mezar yeri olarak da kullanılıyor. Oldukça görkemli bir yapı.

Altın Yol; kalenin duvarlarına bitişik nizamda evlerin bulunduğu dar bir yol. 16. yy. dan kalma bu evlerde, ilk yıllarda kaleyi korumakla görevlendirilmiş okçular yaşarken, daha sonraları zanaatçıların ikametgahı olarak kullanılmış. Evlerin içi müze olarak dekore edilmiş. Hemen hemen hepsine girip evleri görebilirsiniz. 22 no’ lu ev Franz Kafka’ nın kız kardeşi Ottla’ ya aitmiş ve yazarın 1917 yılında bir süreliğine burada kaldığı söyleniyor. 

Altın Yol, Prag kalesi gezimizin son durağı. Buradan yürüyerek Old Town’ a bağlanabilirsiniz. 

Kaleden sonra Yahudi Mahallesi’ ne doğru yola çıkıyoruz. İstikamet Josefov. Karlov Most/Charles Bridge’ den geçince sol tarafta Çek Filarmoni orkestrasının konserlerini verdiği bina olan Rudolfinum binasını göreceksiniz. 

Eski- Yeni Sinagog, 1270 yıllarında inşa edilmiş ve Avrupa’ nın en eski sinagoguymuş. Gösterişten uzak tarzları dikkate alındığında, kiliseleri gezdikten sonra sinagoglardan pek de etkilenmediğimizi söyleyebilirim. Pinkas Sinagogu’ nun duvarlarında, ikinci dünya savaşında ölen Yahudilerin isimleri mevcut. Bir tarafında da mezarlık alanı var. Yapılan zulmü düşünüp üzülmemek mümkün değil.

Josefov, Doğu Avrupa’ nın bir zamanlar en aktif Yahudi topluluklarının mekanıymış. Yahudi bölgesinde, Eski- Yeni Sinagog, Yahudi Belediye Sarayı, Pinkas Sinagogu, Eski Yahudi Mezarlığı, Klausen Sinagogu, Maisel Sinagogu, İspanyol Sinagogu görülecek yerler arasında bulunuyor. 

Buradan Karlova Namesti ( Karel Meydanı/ Charles Meydanı)’ ye doğru uzanıyoruz. Karlova Namesti meydanında büyükçe bir park bulunuyo. Meydanın kuzey ucunda Novomestska Radnice (Yeni Belediye Binası), güney ucunda ise Kostel Sc. Ignace (Aziz Ignatius Cizuit Kilisesi) mevcut. Güneybatı ucunda ise, Nazım Hikmet’ in Dr. Faust’ un Evi şiirinde de geçen Faustuv Dum yer alıyor. Şiir de evin hikayesi de çok enteresan. Gitmeden bir göz atın derim.

Karlova Namesti’ nin yakınında, gitmenizi şiddetle tavsiye ettiğim "U Fleku" adında bir pub var. Bu pubda çokça Alman grup görebilirsiniz. Çek yemekleri de mevcut ama siyah birasını içmeden dönmemenizi şiddetle tavsiye ederim. Akardiyon eşliğinde biraların yudumlandığı bu pubın son derece yerel bir havası var. Bahçesi de son derece keyifli. Gidip takılınası bir mekan. Mutlaka görün.

Dünyadaki bira tüketiminin hatırı sayılır kısmının Prag’ dan karşılandığı ve bu memleketteki bira çeşitliliği düşünüldüğünde yerel pub ziyareti şart:)

Ertesi gün, Petrin Tepesi hedefi ile yola çıkıyoruz. Masarykovo nabrezi üzerindeki Most Legil köprüsünü geçip Vitezna boyunca ilerleyip Ujezd caddesine ulaşıyoruz. Burada, bizi Petrin Tepesi’ ne çıkaracak füniküler mevcut. Bu füniküler, yaz döneminde 10 dk.da bir sefer yapıyor, ancak sık seferlere rağmen yine de uzun bi kuyrukla karşılaşıyoruz. Havanın sıcaklığı ve güneşin öğle konumunda olması sebebiyle burada bekleyeceğimize tepeye yürürüz şeklinde bir algı edinsek de, pişman olmamız uzun sürmüyor. Sıcak havalarda mutlaka füniküler ile ilerlemenizi tavsiye ederim. Zira tepeye çıkan yol pek bir dik ve gölge kısımları oldukça az. Bu sebeple tırmanması bir hayli eziyetli. Ve nihayet tepeye ulaştığımızda ise, bu yorgunluğa değip değmediğine ilişkin yorum yapmaktan kaçınıyorum:)

Petrin Tepesi üzerinde, mini bir Eiffel Kulesini anımsatan Petrin Kulesi mevcut. Tepeye tırmanma yorgunluğunu üzerimizden atamadığımızdan, bir de kuleye tırmanmayı göze alamıyoruz. Bu sebeple, bu konuda detay veremiyorum ama güzel bir manzara sunduğunu tahmin edebiliyorum.

Tepede gördüğünüz büfeye mutlaka uğrayıp, hotdog' dan tatmanızı tavsiye ederim. Hayatımda yediğim en güzel sosisli sandviçi burada tatma imkanım oldu. Şehirde de bir çok hotdog büfesi göreceksiniz, deneme fırsatım olmasa da , buradakilerin de başarılı olduğunu düşünüyorum. 

Geldiğimiz yönün aksi tarafından Strahov Manastırı’ na doğru patika yoldan aşağıya iniyoruz. Strahov manastırı’ nda yer alan kütüphane dünyanın sayılı kütüphaneleri arasındaymış ve kütüphaneden beklentimizi çok büyütmeyerek içine girdiğimizde adeta farklı bir çağda buluyoruz kendimizi. Kütüphanedeki odalara giremiyorsunuz, ancak kapıdan kafa uzatmak bile bana göre büyük bir şanstı. Görmenizi şiddetle tavsiye ederim. 

Strahov Manastırı’ nı da gördükten sonra, Nerudova Caddesine doğru ilerliyoruz. Adını yazar ve şair Jan Nerudova’ dan alan bu yol, binaların üzerindeki ayırt edici figürleri ile dikkat çekiyor. Binalar, numara sisteminden önce yapıldığı için evleri ayırt etmek için böyle bir yol bulmuşlar. Son derece dikkat çekici ve sevimli bir yol. 

Buraya kadar gelmişken, Çeklerin geleneksel tatlısı Trdelnik’ i Creperie U Kajetana’ da tadabilirsiniz. ( Nerudoca 248/17) Trdelnik bir çeşit hamur tatlısı, şişe dizilen hamurlar üzerine çikolata sosu vs. güzellikler sürülerek servis ediliyor. Creperie U Kajetana minik bir bahçesi olan, bu kadar gezintinin üzerine bir tatlı kahve ikilisinin keyfini çıkarabileceğiniz bir mekan. Mutlaka gidin demiyorum ama yolunuz düşerse uğranabilir. 


Nerudova Caddesini bitirdiğinizde, Malostranske namesti yani Mala Strana meydanına çıkıyorsunuz. Bu meydanın az ilerisinde ise, John Lennon Duvarı’ nı bulabilirsiniz. Bu duvar Lennon’ a ve özgürlüğe adanmış graffitilerle dolu. John Lennon duvarı’ na giderken çok hoş kafelerin olduğu sokaklar gözünüze çarpacak. 



John Lennon duvarını fotoğrafladıktan sonra, Karel Köprüsüne doğru ilerlediğimizde köprünün sol tarafında Kampa Adası, sağ tarafında ise Kafka Museum' u farkediyoruz. Franz Kafka, Prag’ a damga vurmuş bir yazar, yazara ilginiz varsa müzeye uğramanızı tavsiye ederim.

Kampa Adası koskocaman bir park ve yazın güzel zaman geçirilebilir. Benim parka uğradığım esnada yağmur vardı ve maalesef tadını çıkaramadım. Parkın içinde restoranlar da mevcut. Deneyemesem de, Hergetova Cihelna ve Kampa Park Restaurant oldukça keyifli mekanlar olarak gözüküyor. 

Görülecek yerleri hemen hemen tamamladıktan sonra biraz spontane zamanlar başlıyor ki, benim en sevdiğim.

Old town meydanının yakınında nerede yemek yiyebilirim derseniz, Ambiente grubuna ait Pasta Fresca’ ya bir uğrayın derim. Adından da anlaşılacağı gibi, taze makarnaları ile size İtalyan lezzeti sunuyor (Celetna,11). Bu alernatifi aklınızda bulundurmanızı öneririm.

Ambiente grubunun ayrıca bir çok restoranı mevcut, gözlemleyebildiğim kadarıyla hepsi de başarılı. Ambiente logolu restoranlara da lezzette şüphe duymadan girebileceğinizi düşünüyorum. Bu gruba ait, Pizza Nuova, Lokal, La Degustation gibi mekanlar da aklınızda olsun. 

Bir diğer, alternatif ise, meydan yakınında bulunan Hard Rock cafe. Hard Rock Cafe sevenlerdenseniz, Pragdakini de mutlaka deneyin. (Male Namesti, 142/3) 

Prag’ ın yöresel yemekleri var mı derseniz, ben restoran olarak İtalyan ağırlıklı olduğunu tespit ettim. Ancak, tabiki yöresel tadları tadabileceğiniz bir çok mekana rastlayabilirsiniz. Çeklerin en meşhur yemeği gulaş, knedliky denen kabuksuz ekmeklerle servis ediliyor. İtalyanları görünce gulaş’ ı deneme isteği duymadığımı utanarak belirteyim. Artık kısmetse başka bir Çekoslavakya ülkesinde deneyeceğim. 

Biralarının lezzetli olduğunu söylememe herhalde gerek yok. Ama en sevdiğim Budweiser Dark Beer oldu. Çeşit çeşit biraları tatmanızı şiddetle tavsiye ederim. Yerel pubların kendi üretim biralarının da enfes olduğunu belirtmek isterim. Bir de becherovka adında bir içecekleri mevcut. Sindirim amaçlı shot olarak içilen likörümsü bir içki olan becherovka da Çek simgelerinden. Apsenth’ ın ünü zaten malum. Her hediyelik mağazada bilumum çeşidini bulabilirsiniz.


Eğlence mekanları ağırlıklı olarak Dlouha caddesinde bulunuyor. Bu cadde üzerinde, bayağı popüler olan James Dean adında bir bar mevcut. Müzikleri Çek ağırlıklı, ancak bar/klüp arası eğlenceli bir mekan.

Vee gezimizin sonuna geliyoruz. Prag gezisi zamanda yolculuk yapmak gibiydi. Mümkünse çift olarak gitmeli ve Prag' ın romantik tarafının keyfini çıkarmalısınız :) 

2 Aralık 2015 Çarşamba

BARSELONA

Barselona, nam-ı diğer Katalonya, İspanya' nın özerk bir bölgesi. Barselona' daki Katalanların milliyetçiliğinin göstergesi olarak, istisnasız her evden sarkan Katalan bayraklarını görebilirsiniz. Gaudi’ nin damga vurduğu bu şehir, benim için gidip görülesi hatta yaşanılası diyebilirim. Metropolit yapısı yanında, aynı zamanda bir tatil şehri havası var ve İstanbul’ un kaos ortamı karşısında bu durum bir hayli cezbedici. Diğer yandan, Katalan mı yoksa İspanyol mu ayrımını yapamadığım Barselona ahalisi son derece canayakın. 


Euro’ nun TL karşısındaki değerini dikkate almazsak, Barselona için tam bir alışveriş cenneti diyebiliriz. Şehir, Zara, Mango, Berchka, Stradivarius, Oysho, Massimo Dutti gibi markaların da memleketi olunca, alışveriş yapmamak kaçınılmaz. 



Yemek kültürlerinin en önemli parçası tapas. Tapas, minik tabaklarda mezeler diye tanımlanabilir. Beni fazla tatmin etmedi, pazarlamasının iyi yapıldığını düşünüyorum. Diğer yerel yemekleri de Paella. Etli veya deniz mahsullü çeşitleri yapılan paellanın ana ürünü pirinç. Pirinç sever bir insan olarak, yediğim yer ile mi alakalı bilemiyorum ama kendisi ile pek hoşlaşmadık. Başka bir yerde tekrar denemeye de cesaretim olmadı. Bir de patatas bravasları var ki, salçavari bir sosla servis edilen patates kızartması diyebiliriz. Yemekleri bana göre ahım şahım olmasa da hayatımda yediğim en güzel kalamarı bu şehirde yediğimi belirtirim. 

Tatlı olarak, Creme Catalan adında creme brule’ye çok benzeyen bir Katalan tatlısı mevcut. Tadı pek sürpriz olmayacaktır. Bir de churros adında kızarmış hamurları var ki, çikolata sosuna batırılarak yeniliyor. Tatlı düşkünlerine birebir. Bu tatlıyı bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Granja La Pallaresa adlı tarihi ve hoş bir mekanda yedim. Tavsiye ederim. (Carre de Petritxol,11) 

İçki kısmına gelirsek, tabi ki Sangria içmeden dönmek olmaz. Diğer bir yerel içki ise; cava adındaki köpüklü beyaz şarapları. Denemenizi tavsiye ederim. Veeee Estrella Damm adında bir biraları var ki, gerçekten çok güzel. 

Şehri araştırmalarım sırasında, tehlikeli olabileceği ve dikkatli olunması gerektiği yönünde uyarılarla fazlasıyla karşılaşmama rağmen, herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadım. Bir parça abartı payı olduğunu düşünüyorum. 

Barselona El Prat Havalimanı (BCN), şehre yaklaşık 13 km uzaklıkta bulunuyor. Havalimanı içinde T1 ve T2 diye iki ayrı terminal mevcut olup, iki terminal arasında Bustransit adlı ücretsiz otobüs seferleri bulunuyor. Havaalanından şehre giden güzergahınızı planlarken zaman kaybetmeme adına, uçtuğunuz havayolunun hangi terminale indiğini önceden öğrenmenizi tavsiye ederim. Benim uçtuğum dönemde (11/2014), Pegasus Terminal 2-B’ yi kullanıyordu. Değişiklik olup olmadığını web sitesinden teyit etmekte fayda var. 

Havalananından şehre ulaşım için; tren ve otobüs alternatifleri mevcut. Tren, T2 ‘ ye yakın konumda bulunuyor. Havalaalanı içindeki RENFE tabelalarını takip ederek trene ulaşabilirsiniz. Tren ile şehre ulaşım yaklaşık 30 dk. sürüyor. Otobüs alternatifine göre daha hesaplı ulaşım sağlıyor. Benim yaptığım araştırmalara göre tren Estatico Sand- Passeig de Gracia- El Clot istasyonlarında duruyor ama yine de istasyonlarını kontrol etmenizi öneririm. Ben otobüs alternatifini tercih ettim. Aerobus adlı otobüsler, bana göre havalaalanından şehre giden en kolay yol. T1 terminalinden A1, T2 terminalinden ise A2 otobüsleri kalkıyor. Dönüş için de yine aynı şekilde bir planlama yapmak gerekiyor. Aerobuslar ile şehre ulaşım yaklaşık 30 dk.nızı alacaktır. Bu otobüslerin Plaça Espanya, Gran Via, Urgell, Plaça Universitat, Plaça Calatunya olmak üzere 5 durağı bulunuyor. 

Konaklama için, La Rambla veya Catalunya Meydanı çevresini tavsiye ederim. Ben Catalunya Meydanındaki; Catalonia Plaza Catalunya otelinde kaldım. Otel gayet güzel ve merkeziydi. Bu oteli gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Ama Barri Gotic veya El Born taraflarında da konaklarsanız, yürüme mesafesini kısaltacağınızdan rahat edeceğinizi düşünüyorum. Çünkü, mekanlar daha çok El Born bölgesinde bulunuyor. Bu sebeple, otele dönüşünüzü kolaylaştırabilirsiniz. 

Şehir içi ulaşım için ise, metro kullanılabilir. Ama alternatif olarak, hop on hop off otobüsleri tavsiye ederim. Hop on hop off otobüsler tüm turistik noktalara uğradığından, merkeze uzak noktalara bu şekilde gitmek hem eğlenceli hem rahat oluyor. Hop on hop offlarda audio rehber hizmeti de mevcut. Kırmızı- mavi ve yeşil olmak üzere 3 hattı olan bu otobüsler için 1 günlük ve 2 günlük seçenekler mevcut olup, aldığı gün kadar sınırsız kere binip, istediğiniz hattan seyahat edebiliyorsunuz. Hop On Hop Off otobüslerin ana kalkış yeri Catalunya Meydanı. 

Biz, otelimizin bulunduğu Plaça de Catalunya ile gezimize başlıyoruz. 50.000  üzerine kurulu Catalunya meydanını merkez nokta olarak düşünebilirsiniz. Barselona’ nın önemli sokaklarının (Passeig de Gracia, Rambla de Catalunya, La Rambla, Portal de I’Angel, Ronda de Sant Pere, Carrer de Vergara ve Carrer de Pelai) kesişim noktası olan bu meydandan metro, otobüs gibi toplu taşımalara ulaşabilirsiniz. Mağazalarla çevrelenmiş meydanda Apple Store ve Hard Rock Cafe’ nin yanı sıra birçok mağaza ve kafeye de rastlayacaksınız. Ayrıca, işiniz düşmesin ama meydanın ortasındaki altı geçitte yabacılar polis bürosu mevcut. 

Catalunya Meydanındaki yemek alternatiflerine gelirsek, Txapela adında tapas restoranı mevcut, deneyebilirsiniz. Bu restoran, Passeig de Gracia’ ya doğru döndüğünüzde Catalunya Meydanı’ nın bitiminde sol tarafta. Kolaylıkla bulabilirsiniz (Plaça Catalunya,8). Catalunya meydanının yakınında bir de Ciutat Condal adında bir restoran mevcut ki kapısında uzunca bir sıra oluyor. (Rambla de Catalunya,18) Her ikisini de deneme fırsatım oldu Ciutat Condal’ ı tercih ederim. Tapas deneyimi için iyi bir tercih olabilir. 

Ciutat Condal 

Catalunya meydanından deniz tarafına doğru yönelirseniz, karşınıza Barselona’ nın en ünlü caddesi La Rambla çıkacak. La Rambla’ ya Barselona’ nın İstiklal Caddesi diyebiliriz. Bence İstiklal’ in bir çıt daha güzeli. La Rambla’ nın orta kısmı yayaların kullanımına açıkken, yayaların her iki yanı ise araç trafiği için düzenlenmiş. Üzerinde sağlı sollu kafe/restoranlar bulabilirsiniz.

La Rambla 

La Rambla’ da yüzünüzü denize dönünce solda kalan bölüm Barri Gotic bölgesi, sağda kalan ise El Raval. La Rambla’ nın üzerindeki Mercat de Sant Joseph de la Boqeria (kısaca La Boqueria) adında ünlü bir pazar ve Liceu opera binası görülmeye değer yerlerden. 

La Boqueria, La Rambla’ dan deniz yönüne doğru indiğinizde sağda kalıyor. Barselona’ nın en ünlü pazarı olan bu mekanda taze meyve, sebze, balık ve et satılmakta olduğu gibi, tapas tadıp cava içebileceğiniz yerler de mevcut. Taze meyve sularının tadına mutlaka bakılmalı. Pazar günleri kapalıymış. 

Pazarın karşı çaprazında balkonunda Marilyn Monroe görebilirsiniz. Marilyn balkonda salınıp, Erotik Müze olan bu mekana sizi davet ediyor. 


La Rambla’ dan deniz yönüne doğru yürümeye devam ederseniz ucunda Kristof Kolomb heykeline ulaşırsınız. Bu heykel, Kristof Kolomb’ un Amerika’ ya ilk seferi şerefine yapılmış ve Kolomb eliyle Amerika’ yı gösteriyormuş. 

Buradan Port Vell tarafına devam ederseniz, Rambla de Mar bölgesine ulaşabilirsiniz. Rambla de Mar tahta bir köprü ile denize ulaşıyor. Bu köprü Akdeniz’ e bağlantının sembolü olarak kabul ediliyormuş. Bu limanda bir de kocaman Maremagnum adında bir alışveriş merkezi var. Alışveriş etmeyi düşünürseniz aklınızda bulunsun. Rambla de Mar aynı zamanda içinde bir de akvaryum da barındırıyor. Biz sahil kısmındaki gezintimizi, Flamenko gösterisine biletimiz olması dolayısıyla bugünlük sonlandırıp, La Rambla’ ya yöneldik. 

La Rambla’ nın sol tarafı Gotik Mahallesi yani Barri Gotic. Bu bölgede Barselona Katedrali bulunuyor. Katedralin gotik mimarisi görmeye değer. Katedralin bulunduğu meydanın adı Pla de la Seu. Bu meydanda gösteri yapan topluluklar, müzisyenler görebilirsiniz. Bu meydanda bir de BARSELONA harflerinin bulunduğu bir bölüm bulunmakta, fotoğraf çekinilebilir. 

Barselona Katedralini gezip meydanda turladıktan sonra Plaça de Sant Jaume meydanına doğru yol alıyoruz. Bu meydanda Katalan Hükümet Binası ve Belediye Binası karşılıklı olarak bulunuyor. 

Tekrar La Rambla’ ya doğru ilerlediğimizde, Plaça Reial meydanına çıkılıyor. Bu meydanın Küba mimarisine benzetildiğini okumuştum. Gerçekten de öyle bir havası var. Restoranların çevrelediği meydanın ortasında bir çeşme var ve çeşmenin etrafında biralarını yudumlayan, laflayan insanları görebilirsiniz. Doğruluk payını bilemiyorum ama, meydan Meksika’ da bulunan Plaza Garibaldi’ nin aynısıymış. En sevdiğim yerlerden biri bu meydan oldu diyebilirim. Biz akşam yemeği için, bu meydandaki “les quinze nits” adlı restoranı seçtik, ve paella siparişi verdik. Ama paella bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Tadına bakıp bırakmamız, garson tarafından şaşkınlıkla karşılandı.


Her ne kadar Barselona flamenkonun memleketi olmasa da, İspanya’ ya gelmişken Flamenko gösterisi izlemeden olmaz diyerek, Plaça Reial meydanındaki Los Tarantos adlı mekana bilet almıştım. Los Tarantos’ u meydanı çevreleyen restoranların arasında görebilirsiniz. Mekanın çok çabuk dolduğunu okuduğum için, ben biletleri internet üzerinden aldım. Gerçekten de önünde uzun kuyruklar oluştuğunu gördüm. Bilet fiyatı 10 €. Gösteriyi ben çok beğendim. Gidip görmenizi tavsiye ederim. 

İkinci günümüzde, nispeten şehir merkezine  uzak bölgelere gitmeyi planladığımızdan, iki günlük hop on hop off otobüs bileti edindik. Bu biletleri Catalunya Meydanından temin edebilirsiniz. Otobüslerin özelliklerini yukarıda anlatmıştım. Hatlardan gideceğiniz yeri seçip, hangi hatta ise o hattın otobüsüne binebilirsiniz. 

İlk istikamet Sagrada Familia. Sagrada Familia’ ya hop on hop off otobüsler ile etrafı seyrederek, audio guide' dan bilgileri alarak ulaştık. Hop on hop offlar ile ulaşım sağlarken yolda birçok farklı noktayı görmek de mümkün. Bunlardan biri Torre de Agbar. (Agbar Kulesi). Agbar Grup adlı su dağıtım şirketine ait olan kule, Jean Nouvel adlı mimar tarafından tasarlanmış. Mimarın Montserrat sağı ve gayzerin havaya yükselişinden esinlendiği söyleniyor. Bu yapıyı da hop on hop offtan görüp, Sagrada Familia’ ya doğru devam ediyoruz.

Torre de Agbar 

Sagrada Familia biletlerimi sıra olabileceği öngörüsüyle internetten aldım. İnternetten alarak, sıra beklememenizi tavsiye ederim. Sagrada Familia’yı gezmeden önce Barselona’ ya resmen damga vurmuş olan Antoni Gaudi’ yi tanımakta fayda var. 

Art Novveau sanat akımının öncüsü olan bu Katalan mimar, resmen Barselona’ yı Barselona yapmış, her yerde bir izi, bir eseri var. En ünlü eseri de adeta hayatını adadığı La Sagrada Familia diyebiliriz. Gaudi, 1926’ da 74 yaşında La Sagrada Familia’ yı tamamlayamadan ölmüştür ve bu bitmeyen kiliseye gömülmüş. Gaudi’ nin eserlerini yapmasında, kendisine en büyük desteği Eusebi Güell adlı iş adamı vermiş.  Gaudi eserlerinden Park Güell, Palau Güell ve Casa Mila 1984’ te, La Sagrada Familia’ nın İsa’ nın Doğuşu cephesi ile yer altı türbesi, Casa Vicens, Casa Battlo ve Colonia Güell Türbesi 2005’ te Unesco Dünya Mirası listesine girmiş. 

La Sagrada Familia, nam-ı diğer Bitmeyen Kilise. Şehrin hemen hemen her tarafından görülen bu katedral, beni gerçekten büyüledi. Katredral’ in yapımına 1882 yılnda başlanılmış fakat, 1926 yılında Gaudi’ nin ölümü sonucunda yarım kalmış ve yapımına halen devam ediyormuş. Kilise nin şuanda halkın yardımları ile tamamlandığı ve 2022 yılında bitmesi planlanlandığı söyleniyor. Bana kalırsa, turistik özelliği gereği hiç bitmeyecek olan bir kilise. 

Bazilikanın iç yapısını ayakta tutan kolonlar, dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmış. Dışı ayrı içi ayrı görkemli olan bu katedral insanın ağzını açık bırakacak cinsten. Kesinlikle görülmeli.

Katedralin içinden bir görüntü 

Katedral yakınında ismini hatırlamadığım bakery tarzı yerler vardı ve gayet başarılıydı. Kahvaltı seçeneği olarak düşünülebilir. Katedral çevresinde Plaça de la Sagrada Familia ve Plaça de Gaudi meydanları görüleblir. 

Yine internet üzerinden aldığımız Park Güell biletlerimiz olduğundan yetişmek üzere, hop on hop off otobüsleri ile Park Güell’ e doğru yola çıkıyoruz. Park Güell’ e gittiğimizde, yine uzun kuyruklar ile karşılaşıp, online biletlerimize şükrettik. Aklınızda bulunsun. 


Park Güell, Güell ‘ in talebi ile zenginlerin yaşayacağı bir site olarak Gaudi tarafından tasarlanmıştır. Güell, kamuya açık binaların yanısır İngiliz tarzı 60 tane evin inşa edilmesini planlıyormuş. Fakat bu proje ticari yönden başarısız olunca evler satılamamış ve projenin tatbik imkanı olmamış. Park Güell içinde masallardakileri andıran evler göreceksiniz. Parkın içindeki devasa kertenkele heykeli parkın sembollerinden biri.

Park Güell' de Gaudi’ nin bir süre yaşadığı ev bulunuyor. Gaudi’ nin evi müze olarak hizmet veriyor. Özellikle bir ilginiz yoksa, görülmesi mutlaka gerekli bir yer değil bence.

Böylece yorucu gezimizi bitiriyoruz ve hop on hop off lar ile bu kez Passeig de Gracia’ ya doğru yol alıyoruz. 

Passeig de Gracia, Barselona’ nın en pahalı caddelerinden biri, üzerinde birbirinden güzel mağazalar var. Passeig de Gracia ‘ nın üzerinde Gaudi’ nin eserlerine rastlamak mümkün.Casa Mila ve Casa Battlo bu cadde üzerinde yer almakta. Binaların içine girmesem de dıştan oldukça etkileyici gözüktüğünü söyleyebilirim. 

Casa Mila, Sagrada Familia’ dan sonra Gaudi’ nin ikinci ünlü eseri olarak bilinmekte. Tamamen doğal taşlardan yapılmış bir bina ve bu sebeple renksiz. Binanın en son katı, çatı katı ve çatısı ziyarete açık. 

Casa Mila ne kadar renksiz ise, Casa Battlo’ da bir o kadar renkli dış yüzeye sahip. Ön tarafının büyük kısmı kırık serakmiklerden yapılmış. Çatı kısmı bir dinazor yada dragonu anımsatıyor. 

Passeig de Gracia’ ya yakın olarak Tapas 24 (Passeig de Gracia,39) ve Cerveceria Catalana (C/Mallorca, 236) mekânlarında yemek yemeyi düşünebilirsiniz. İkisini de denemesem de çok tavsiye okudum. 

Passeig de Gracia, Rambla de Catalunya’ ya bağlanıyor, Rambla de Catalunya’ da plaça de Catalunya’ ya. İkinci günümüzü de böylece yorgun savaşçı olarak bitiriyoruz. 

3. Gün, yine hop on hop off’ lar ile bu sefer Montjuic’ i kapsayan hattı gezmeyi planlıyoruz. Montjuic tepesi, MNAC (Museum Nacional de Art de Catalunya), Miro Müzesi, Olimpiyat Köyü, Katalonya Arkeoloji Müzesi,Askeri Müze, Poble Espanyol ve Montjuic Kalesini barındırıyor. Montjuic Tepesine, sahilden kalkan teleferikler ile de ulaşılabiliyor. Montjuic Tepesine şehirden bakıldığında yeşilliği ile dikkat çekiyor. Tepeye ulaştığımızda insanların bu alanda spor yaptığını gördük. Tepe üzerinde bulunan tüm alanlara giremesek de ilgimizi çeken tüm yerleri görmeyi başardık. 

Bu tepe üzerinde bulunan El Poble Espanyol, Barselona’ da en keyif aldığım yererden biri oldu. Tam bir film seti gibiydi. 1929 yılında düzenlenen Barselona Uluslararası Sergisi için tasarlanan küçük bir İspanyol köyü. Cadde ve meydanlar bulunan bu köyde, kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanları da bulunuyor. Vakit ayırıp mutlaka görün derim. 



Poble Espanyol' dan kareler

MNAC’ nin önünden uzanan merdivenlerden Plaza Espanya’ ya ulaşabilirsiniz. Ben göremesem de bu meydanda yaz aylarında müzik hiç bitmezmiş. Meydanda bulunan çeşme Magic Fountain olarak anılıyor ve akşamları klasik müzik eşliğinde gösteri oluyormuş. Meydanda bir de kocaman Arena adlı alışveriş merkezi var. 

MNAC önündeki devasa çeşme

Hop on hop off durağı bu meydanda da var ve Camp Nou’ ya gitmek üzere otobüse biniyoruz ve burayı da bitirdikten sonra şehre geri dönüyoruz. 

Günün sonunu Barri Gothic bölgesinde geçirmek üzere yol alıyoruz. Barri Gothic bölgesinde birçok kafe ve dükkan bulunuyor. Daracık sokakların otantik havası çok etkileyici. Gotik mahalleden denize doğru indiğinizde ise El Born’ a ulaşıyorsunuz. El Born bölgesinde de birçok bar ve cafe bulunuyor. Bu bölgede, Rubi Bar’ ı tavsiye ederim. (Banys Vells, 6) Küçük, üniversite öğrencilerinin takıldığı bir bar. Ucuz ve lezzetli kokteyller için tavsiye ederim. Özellikle mojitosu çok iyiyiydi.  Vee üçüncü günü de böyle bitiriyoruz. 

Barselona sıkıştırılmış tur ile 3 gün, rahat gezelim derseniz 4 gün yetecek bir şehir. Biz de 4. güne, göremediğimiz yerleri görme ve ara sokakları gezme planı ile başlıyoruz. İstikamet Parc de la Ciutadella. Merkezi bir konumu olan bu park 280.000 m2 llik bir alan üzerine kurulmuş. Parkın içinde müze, göl ve hayvanat bahçesi de bulunuyor. Bu parkta gayet keyifli vakit geçirdim. Vaktiniz olursa uğrayın derim.


Parkın diğer ucundaki kapısından sahile yakın bir bölgeden çıkıyorsunuz. İlerlediğinizde Barceloneta muhitine ulaşıyorsunuz. Barceloneta, yazlık havasında kocaman bir kumsalı olan bir bölge. Bu bölgenin şehre tatil havası kattığı düşüncesindeyim. Benim bulunduğum mevsim denize girmek konusunda çok elverişli olmasa da, güzel havada plajda takılmak keyifliydi. Yazın bu bölge çok hareketli oluyormuş. 


Barselona, gördüğüm şehirler arasında havası, denizi, eğlencesiyle yaşamak istediğim şehirlerin en başında geliyor. Bu şehri yine görmek ve gezebilmek dileğiyle, iyi tatiller.


7 Ekim 2015 Çarşamba

ROMA

Roma, şimdiye kadar gezdiğim gördüğüm şehirler arasında benim için en büyüleyici olanı. Tam bir açık hava müzesi, her yerinden tarih ve sanat fışkırıyor. 

İstanbul- Roma arası yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Roma Fiumicino havaalanından şehre ulaşmanın en kolay ve ekonomik yollarından biri "Terravision" adlı otobüsler. Bu otobüslerin yanı sıra metro, shuttle, taksi alternatifleri de mevcut. Terravision afişlerini havaalanından çıkarken boardlarda göreceksiniz. Son durağı Termini İstasyonu olan bu otobüslerin benim gittiğim tarihteki bilet fiyatları 5 €' ydu (2013/Şubat). Termini İstasyonu Avrupa' nın en büyük Tren İstasyonlarından biri. Şehir içi seferlerin yanı sıra, Avrupa' nın önemli kentlerine de buradan ulaşım sağlanıyor. Terravision ile havaalanından Termini' ye ulaşmak yaklaşık 50-60 dk sürüyor.

Yurtdışı tatillerimde otel seçerken, benim önceliğim her zaman merkezi ve otelde çok vakit geçirmeyeceğimden uygun fiyatlı olması diyebilirim. Ben Piazza Venezia' ya çok yakın bir otel seçmiştim ve otelin konumu sayesinde her yere yürüyerek giderek sokaklarını daha iyi keşfedebilme fırsatı elde edebildim. Otelimiz aynı zamanda Termini'ye de oldukça yakın olduğundan, havaalanından otele ulaşmamız bir hayli kolay oldu. Konaklama olarak, Termini, İspanyol Merdivenleri, Compo de Fiori arasında bir bölgede konaklarsanız üzülmeyeceğinizi düşünüyorum. 

Terravision ile Termini' ye ulaştıktan sonra ilk iş Roma Pass edindik. Roma Pass, turistler için yapılmış bir paket. İçinden, 3 günlük (36€) ve 2 günlük (28€) seçenekler ile geçerliliği olan ve tüm toplu taşıma araçlarında kullanılabilen ulaşım kartı, 3 gün geçerli ve gireceğiniz ilk iki müzeye bedava, sonrakilere ise indirim sağlayan müze giriş kartı, Roma haritası ve etkinlikleri gösteren bir rehber çıkıyor. İstasyonun içindeki büfelerde Roma Pass bulabileceğiniz gibi, bir çok turistik noktadan da edinebilirsiniz. Biz çok metro/tren kullanmamamıza rağmen, Kolezyum (Colosseum)' daki devasa sırayı Roma Pass sayesinde atlattık ve aldığımıza memnun olduk. Zira Kolezyum' un önündeki sıra ancak Roma Pass ile ekarte edilebilirdi. Yaz kalabalığında ne durumda olabileceğini düşünemiyorum bile. Onun için, Roma Pass müze hakkınızı Kolezyum' dan yana kullanmanızı tavsiye ederim.

Otelimiz Termini' ye yakın olduğundan, otele doğru yürümeye karar verdik. Roma' nın muhteşem sokaklarını geçerek minik otelimize kolayca ulaştık. Otelimizin, apartman dairesinin bir katında yerleşik 4 odadan oluştuğunu görünce şaşırmadım değil tabi, ama temiz, şirin ve merkeziydi, daha ne isterim. 

Roma' da yaklaşık üç gün kalacağımızdan, bölgeleri günlere paylaştırarak bir gezi planı oluşturdum. Böylece mekanlar arası ulaşımımız kolaylaştı.

İlk durağımız Pantheon Tapınağı' na doğru yola çıktık. Ancak ne kadar merkezde olduğumuzu bilmediğimizden, az sonra kendimizi devasa bir yapının önünde bulduk. Bu binanın Piazza Venezia' daki Hükümet Binası olduğunu daha sonra anladım. Daha sonraki günlerde de bir çok kez önünden geçtiğimiz bu binanın, gecesi ayrı gündüzü ayrı güzeldi. Benim bu kadar etkilendiğim yapıyı, Romalılar şehrin dokusunu bozduğu düşüncesiyle kremalı pastaya benzetiyorlarmış. Piazza Venezia birçok otobüsün geçtiği büyük bir meydan. Piazza Venezia' da görülen anıt İtalya' nın ilk kralı Vittoria Emanuele II' ye aitmiş. Binanın içinin gezilebildiğini ve üst katındaki terasının manzarasının güzel olduğunu okumuştum. Biz binanın içerisine girmedik ama manzara izlemek için gidilebilir.

Venezia meydanından ayrılarak, daracık sokaklardan geçip Pantheon' a ulaştık. Pantheon' un mimarlık derslerinde okutulan beş mimari eserden biri olduğuna rastlamıştım. Kubbesindeki yuvarlak boşluktan tüm Pantheon aydınlanacak bir teknikle yapılmış. Kafayı kaldırıp yuvarlak boşluktan gökyüzüne bakmak adettenmiş, biz gittiğimizde hava kararmıştı ancak karanlık da olsa fotoğraflayabildik. 


Pantheon, Pagan Tapınağı olarak yapılmış ve daha sonraları kiliseye dönüştürülmüş. Rönesans döneminden beri de mezar anıtı olarak kullanılıyor. Ressam Raphael, İtalya' nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele ve 2. kral I. Umberto' nun mezarları burada bulunuyor. 

Pantheon Tapınağı' nın bulunduğu meydan Piazza Della Rotondo meydanı. Bu meydanda, aslan figürleri barındıran bir de Fontana del Pantheon adlı çeşme bulunuyor. 

Roma deyince akla ilk gelenlerden biri malum Roma Dondurması. Yaptığım araştırmalar neticesinde, en başarılı dondurmacıların Blue Ice ve Giolitti olduğunu tespit etmiştim. Pantheon' un çok yakınında Giolitti' nin bir şubesi mevcut. Pantheon' a sırtınızı döndüğünüzde sağdan ikinci sokakta Giolitti' yi bulabilirsiniz. 


(Via Uffici del Viccoria, 40)

Havanın soğuk olması sebebiyle ikinci kez dondurma münasebetine giremediğimizden Blue Ice' ı deneme fırsatımız olmadı. Ama Giolitti' den daha çok şubesi var. Bir çok yerde karşınıza çıkacağı kesin.

Dondurmalarımızı yedikten sonra Piazza Navona' ya doğru yola çıkıyoruz. Bu meydan en sevdiğim meydanlardan biri oldu. Etrafı kafe/restoranlarla çevrili ortasında çeşmeleri bulunan kocaman bir meydan. Meydanda üç çeşme bulunuyor. Fontana del Moro, Fontana di Mettuna, Fontana dei Fiumi. Bu çeşmeler arasında en meşhuru Fontana dei Fiumi (4 nehir çeşmesi). Fontana dei Fiumi, 1651' de Bernini tarafından tasarlanmış. Dünyanın en büyük 4 nehirini temsil eden her çeşmenin üzerinden birer kişi oturuyor ve bu kişilerin yüzü kiliseye dönük olanların, ellerini sanki görmek istemezmis gibi kaldırdığını farkedeceksiniz. Bernini' nin kiliseye tepkisini yansıttığı söyleniyor. Bahsi geçen 4 nehir de; Nil, Tuna, Ganj, Rio de la Plata' ymış. 


Burdan Compo de Fiori' ye doğru yöneldik. Bu meydan şehrin en canlı ve kalabalık yerlerinden biri. Compo de Fiori, Piazza Navona' nın küçük hali gibi. 
Gündüzleri meydanda pazar kurulduğunu okumuştum, ancak gitme fırsatımız olmadı. Roma' nın kilise olmayan tek meydanı olduğu söyleniyor. 

Compo de Fiori meydanında Forno adlı bir pizzacı var. Pizza fırını tarzı bir yer. Çok tavsiye okumuştum ancak, biz gittiğimizde pizzası kalmadığı için deneyemedik. (Compo de Fiori, 22)


Forno yerine, yine Roma' nın en iyi pizzacısı olduğu iddia edilen Pizzeria Baffetto' yu denemeye karar verdik. Pizzeria Baffetto, çok salaş, yerel bir mekan. Üç peynirli pizzasına bayıldık. Sürahide ev yapımı şarabı da çok başarılıydı. Baffetto' ya uğramanız şart :) 



(Via del governo vecchio, 114)

Böylece, yürümekten ve soğuktan tüm enerjimiz çekilmiş halde birinci günü tamamlayarak, otelimizin yolunu tuttuk.

İkinci gün planımız, Kolezyum bölgesini bitirip Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenleri tarafını görmekti. Gezimize Kolezyum' la başladık. Otelimizin konumu o kadar güzeldi ki, iki sokak yürüdüğümüzde Kolezyum' un dev mimarisi ile karşılaştık. Kolezyumun olduğu bölgede kahvaltı edecek yer bulma sıkıntısı olabileceğini okumuştum. Bu sebeple yolumuzun üzerinde ismini hatırlayamadığım şirin mi şirin bir fırın bularak burada kahvaltı ettik. Siz de kahvaltıyı Kolezyum' a bırakmayın derim.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, Kolezyum önünde uzun kuyruklara rastlayabilirsiniz. Ancak Roma Pass ile Kolezyum' a girişinizi kolaylaştırabilirsiniz. 
Roma Pass' i olanlar ayrı bir yerden geçiyor. Biletle geçiş yapılan noktanın hemen yanında iki adet Roma Pass geçiş noktası göreceksiniz. Buradan kartınızı turnikeye okutarak rahatça geçebilirsiniz. 

Kolezyum, dünyanın 7 harikasından biriymiş. M.Ö. 72 yılında Komutan Vespasianus tarafından yapımına başlanan Kolezyum M.S. 80 yılından Titus döneminde  tamamlanmış. Bu devasa yapı, Roma İmparatorluğu döneminde gladyatör savaşları, hayvan dövüşleri ve çeşitli etkinlikler için kullanılıyormuş. Kolezyum' da dört kademe bulunuyor. En alt kat gösterilere en yakın konumda dönemin imparatorları ve yöneticilerine, ikinci kat tüccarlar ve aristokratların, üçüncü kat halkın, dördüncü kat ise kölelere aitmiş.  

Kolezyum' dan çıkınca kendimizi Konstantin Tak (Arch of Constantine)' ının önünde bulduk. Ordan Palatino' ya geçtik. Palatino, Romalı yönetici ve kralların yaşadığı kısım iken, 
Roma Forumu ise, Eski Roma' da halkın yaşadığı kısım olarak biliniyor. Burada, devlet binaları, hamamlar ve diğer kalıntılar görebilirsiniz.

Kolezyum bölgesini bitirdikten sonra, Aşk Çeşmesi (Fontana de Trevi) ne doğru yol alıyoruz. Piazza Venezia' yı geçince Fontana de Trevi tabelalarını görmeye başlayacaksınız. Tabelaları takip edip çeşmeye ulaşabilirsiniz. Aşk Çeşmesi şehirdeki diğer çeşmelerden çok daha gösterişli. İlk gördüğümde büyülendiğimi söyleyebilirim. Arkamızı dönüp sol omzumuzun üstünden çeşmeye para atmayı da ihmal etmedik tabi. Çeşmenin önünde, yanınıza gelip fotoğrafınızı çekmek isteyenler olacaktır. Bu tipler pek tekin gelmedi açıkçası, uzak durun derim. Aşk Çeşmesi' ni bir de gece görmek üzere anlaşıp, İspanyol Merdivenlerine doğru yol aldık. İspanyol Merdivenlerine giderken dünyaca ünlü markaların bulunduğu Via Del Corso ve Via Condotti caddelerini görebilirsiniz. 

İspanyol Merdivenleri, 1723 yılında yapılmış. 138 basamaktan oluşan merdivenler,  Avrupa' nın en uzun merdivenleri olarak biliniyor. İspanyol merdivenleri güzel olmasına güzel ama aynı zamanda tam bir pazarlama harikası bana göre. Merdivenlerde oturup biraz takıldıktan sonra, yine internet araştırmalarım sırasında gördüğüm Pastificio' ya gittik. Pastificio, günde iki çeşit makarna çıkan, plastik tabaklarda servis yapan, küçücük bir dükkan. Servisleri 13:00'de başlıyor ve hemen de tükeniyor. 13:00'de dükkanın kapısına gittiğimizde uzun bir kuyrukla karşılaştık. Birer tabak makarna ve şaraplarımızı alıp, iyi kötü bir yer bulup oturduk. O gün çıkacak makarnalar şansınıza kalmış. İnanılmaz bir lezzet beklemeyin ama ucuz ve ayaküstü karın doyurmak için ideal. (Via del Croce,8) 

İspanyol merdivenlerinin çok yakında Antico Caffe Greco (Via Condotti, 86) adında tarihi bir kahveci bulunuyor.

Spagna Di Piazza' ya yani İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu meydana yakın bir diğer meydan da, Piazza del Popolo.  Piazza  del Popolo' yu da görerek, koşturmalı gezi programımızı bugünlük tamamlamış oluyoruz.

Üçüncü günümüzü, nehrin diğer tarafına ayırıyoruz. Güne, Vatikan ve Trastevere çevresini gezmeyi planlayarak başlıyoruz. 

Vatikan'a, metro A hattını kullanıp Ottaviano- San Pietro durağında inerek ulaşabilirsiniz. Kalabalığı takip ederseniz, zaten sizi Vatikan'a çıkaracaktır. Vatikan biletinizi mutlaka önceden almanızı tavsiye ederim. Ben tavsiyelere uyup, biletimi internetten almıştım ve oraya gidip devasa sırayı görünce ne kadar doğru bir hareket olduğunu anladım. 

Vatikan Müzesi çok büyük ve içerisinde sayısız sanat eseri var. Çok beğendiğim bölümleri oldu ama gezmesi bir o kadar da yorucuydu. Kilometrelerce yürüyüp Sistine Şapel' e ulaşılıyor.




Sistine Şapel 1508-1512 yılları arasında Michelangelo tarafından yapılmış. Michelangelo 30 mt.lik bir iskelenin üzerinde, dört yıl boyunca bu freskleri yaparak 48-13 mt.lik tavanı fresklerle doldurmuş. Tavanda "Yaratılış" freski bulunuyor. Bu freskte, ışığın karanlıktan ayrılması,güneş ve ayın yaratılması, suyun kuraklıktan ayrılması, Adem' in ve Havva' nın yaratılması, Nuh ve Tufan sahneleri yer alıyor. Duvarda yer alan "Son Yargı" freskinde ise, çıplak sayılabilecek Hz. İsa' nın adalet dağıttığına inanılıyor. 

Vatikan' a 3-4 saat ayırmakta fayda var. Rehberli gezmenizi tavsiye ederim, yoksa bir çok şeyi kaçırma ihtimaliniz yüksek. Yorucu bir Vatikan gezisinin ardından soluklanıp, St. Peter Meydanı’ na yöneliyoruz. Bu meydan 1656-1667 yılları arasında Gian Lorenzo Bernini tarafından tasarlanmış. Planımız St. Peter Bazilikası’ na gitmekti ama önündeki upuzun kuyruk ve Vatikan’ ın yorgunluğu sayesinde plana sadık kalamadık. Bu yapı, Roma’ nın önemli simgelerinden, ben ettim siz etmeyin üşenmeyin görün derim. Meydanda takılırken, kilise ahalisinin geçit törenine denk geldik. Amaçlarını anlayamasak da, izlemek güzeldi.

Meydanın hemen yakınında St. Angel Kalesi bulunuyor. Bu kale Roma’ nın en güvenli kalesi olduğundan, tehlike anında Papalar buraya saklanırmış. Ayrıca bir tünel ile Vatikan’ a bağlantı sağlanıyormuş.

Ayrıca, bu kalenin önünde Roma’ nın tek trafiğe kapalı St. Angelo köprüsü bulunuyor. Nehrin üzerinde toplamda yirmi köprü var ancak St. Angelo köprüsünün üzerindeki Bernini ve öğrencilerinin tasarladığı melek heykelleri köprüyü diğerlerinden ayırarak önemli kılıyor.

Hazır köprüyü geçmişken Trastevere bölgesine yöneldik.  Otel görevlisinin söylediğine göre, gece hayatı burada dönüyormuş. Bize söylenenin aksine, geceleri en hareketli gördüğümüz yer Compo di Fiori' ydi. 

Son akşam yemeğimizi Compo de Fiori- Navona taraflarında La Fiaschetta adında lokal ve sevimli bir restoranda yedik ve her şey çok lezizdi. Bu mekanda, kalabalık İtalyan gruplarının bağıra bağıra sohbet ederek (ama rahatsız edici olmadan) bütün İtalyan yemek ritüellerini gerçekleştirdiklerine şahit olduk. (Via dei Cappellari, 64)

Ertesi gün havaalanına gitmeden önce, sonradan bir yurtdışı ritüeline dönüştürdüğümüz Hard Rock Cafe’ye uğrayarak bir şeyler aldık ve metro ile Termini’ ye gidip, aynı şekilde havaalanına geri döndük.

Roma, şimdiye kadar gördüklerimin arasında, burada yaşarım dediğim, üç şehirden biri. Umarım yine gidebilirim ve bu sefer daha çok pizza, makarna yeyip,  daha çok kahve içip, trattorialarda yerel lezzetler tadıp,  Pompi’ de tiramisu deneyip (gittiğimizde tadilat sebebiyle kapalıydı), daha çok vakit ile sokaklarında ve  meydanlarında amaçsızca takılabilirim.