gezmetozma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezmetozma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2020 Pazar

BUDAPEŞTE

Sürekli duyduğumuz Prag mı daha güzel Budapeşte mi, sorusuna herkesin farklı bir cevabı var. Benim ise bu konuda aklım karışık:) Ancak Budapeşte' yi Prag' dan daha dinamik bulduğumu söyleyebilirim. Tabi Prag' daki pastel renkli mimariyi ve şehrin ortaçağdan fırlamış halinin topladığı puanları tartışmaya gerek yok. Aslında karşılaştırmaya da gerek yok, ikisinin de kendine özgü ruhu var ve iki şehir de çok güzel. 


Bana göre, şehirleri sevmek ya da sevmemek gidilen mevsim ile doğrudan ilgili.  Kışları soğuk geçen memleketleri ise kışın görmekle yazın görmek arasında ciddi fark var. Ben Budapeşte' ye Nisan ayında seyahat ettim ve havanın ısınmaya başladığı o günlerde şehir her saatte yaşıyordu. Özellikle bu şehre öğrenciliği çok yakıştırdım, erasmus için ideal olabilir. 


Şehrin hareketli olmasının yanı sıra, Budapeşte' de beni en çok etkileyen bir diğer etken de mimarisi oldu. Old town kısmının dışına çıksanız da şehrin mimarisi hiç değişmiyor. Orta çağ mimarisi her cadde ve sokakta kendini gösteriyor.

Budapeşte orta Avrupa' nın en büyük şehriymiş ancak buna rağmen tipik Avrupa şehirleri gibi 3-4 günde gezilebilir. Şehir Tuna nehri tarafından ikiye bölünmüş durumda. Şehrin yanı sıra Tuna nehri Avrupa' yı da doğu ve batı olarak ikiye bölüyor. 

Konaklama için Szent Istvan Bazilikası ile Parlamento Binası arasında bir bölge seçerseniz, ulaşım konusunda sorun yaşamayacağınızı söyleyebilirim. 

İstanbul- Budapeşte arası yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Havaalanından şehir merkezine ulaşım için 2 farklı otobüs alternatifi mevcut. 200 E numaralı otobüsü seçerseniz, Köbanya- Kispest'e kadar gidip, sonrasında metro ile şehir merkezine devam etmek gerekiyor. Bu otobüs ile şehir merkezine ulaşım yaklaşık 1 saati buluyor. Bizim tercihimiz ise 100 E numaralı otobüs oldu. 100 E transit olarak Deak Ferenc Ter' e ulaşıyor. Durmadan şehir merkezine geldiği için yolculuk süresi 200 E' ye göre daha kısa sürüyor. Fiyatı kişi başı 900 HUF ve toplu taşıma biletleri bu otobüste geçerli olmadığından bileti ayrıca almak gerekiyor. Havaalanından çıkıp sola döndüğünüzde bilet makinesi var, otobüs de bu bilet makinesinin hemen önünden kalkıyor. 100 E, saat başı ve buçuklarda hareket ediyor. Şehir merkezine yolculuk yaklaşık 30-40 dk. sürüyor. 

Bizim otelimiz Revay Utca üzerindeydi ve otobüsten indiğimiz nokta ile otel arası yürüyerek yaklaşık 7 dakika sürdü. Otele gidip yerleştikten sonra, vakit Budapeşte' yi keşfetme vakti:)

Budapeşte sokaklarına dalmadan önce karnımızı doyurmak istiyoruz. Daha önce not aldığın, otele çok yakın bir burgercide soluğu alıyoruz. Meatology Budapest' de soluklanıp hamburgerlerimizi yiyerek enerji topluyoruz. Burası yemek işini geçiştirmek için iyi bir alternatif. Kendi biraları ve sosları var.


Karnımızı doyurduktan sonra ilk durak; Aziz Stefan Bazilikası (Szent Istvan/ st. Setphens's Basilica).


Bu bazilika, Macaristan' ın ilk Hristiyan kralı olan St. Istvan'a adanmış ve şehrin en büyük kilisesiymiş. Kilisede Aziz Istvan' ın mumyalanmış sağ eli bulunuyor. Kilisenin uzunluğu Budapeşte' nin bir diğer ikonik yapısı olan Parlamento Binası ile aynıymış. Bunun sebebi Macaristan' da din ve devletin birbirinden üstün olmadığını ve aralarındaki eşitliği sembolize etmesiymiş. Kilisenin 96 metre yüksekliğindeki kubbesi şehrin heryerinden görülebiliyor. Kiliseye ücret ödemeden girilebiliyor ancak gözlem alanına çıkmak ücretli. 


Kiliseyi dolaştıktan sonra, tam karşısındaki güzel sokaktan Parlamento Binası' na doğru yol çıkıyoruz. 


Güzel Budapeşte sokaklarından geçerek Kossuth Meydanına ulaşıyoruz. Parlamento Binası, bu meydanda yer alıyor. Parlamento Binası, Avurpa' nın en eski yasama binası ünvanını taşıyormuş. Tuna nehrinin kıyısındaki bu görkemli yapıyı gündüz ayrı gece ayrı görmenizi tavsiye ederim. Bu tarihi yapı şehrin silüetinde yerini alan en önemli yapılardan biri. 


Parlamento Binası' nın önünden Tuna boyunca yürümeye devam ediyoruz. Az ileride, Tuna Kıyısındaki Ayakkabılar Anıtı karşımıza çıkıyor. Bu anıt, II. Dünya Savaşı' nda hayatını kaybeden yahudiler için yapılmış. Küçüklü büyüklü 60 çift 40'lı yıllara özgü bronz ayakkabıdan oluşan anıtı görüp, hikayesini okuyunca hüzünlenmemek elde değil. Hikayesi ise şöyle anlatılıyor; II. Dünya Savaşı sırasında, kadın- erkek ve çocuklardan oluşan yahudiler Tuna Nehri kıyısına getirilirler. Dondurucu soğukta ayakkabılarının çıkarılması ve yüzlerinin nehre dönük bir şekilde kurşuna dizilerek nehre düşerler. 


Ayakkabıların içlerindeki aydınlatmalar gece yanarak, atmosferi daha da etkileyici kılıyor. 

Kıyı boyu devam ettiğimizde karşımıza Chain Bridge yani Zincir Köprü (Szechenyi Lanchid) çıkıyor. 1939-49 yılları arasında yapılan Zincir Köprü, vakti zamanında iki ayrı şehir olan Buda ve Peşte' yi birbirine bağlayan ilk köprü. Köprünün hikayesinde, babasının cenazesi için nehrin karşısına geçmeyi bir hafta bekleyen ve bu sebeple sinirlenen Kont Szechenyi tarafından yaptırıldığı söyleniyor. Köprünün iki yanında yer alan aslan heykelleri dolayısıyla Aslanlı Köprü olarak da anılıyor. Dikkat ederseniz köprüdeki aslanların dili yok. Bu konuda da tabi ki bir hikaye mevcut: Köprüyü yapan Adam Clark köprüde bir kusur bulunması halinde intihar edeceğini duyurmuş. Hiç kimse köprüde hata bulamazken, bir çocuk aslanlarının dilinin olmadığını fark etmiş ve Adam Clark sözünde durarak köprüden atlayarak intihar etmiş. 


Köprüden Buda tarafına geçme kısmını yarına bırakıp, Peşte tarafında Tuna boyu yol almaya devam ediyoruz. Az ileride, Küçük Prens heykelini görebilirsiniz. Ancak heykel nehir tarafında değil de parkın içinde kalıyor. Sahilde aramayın:) Bu Prens heykelinin dizine dokununca Budapeşte' ye tekrar gelineceğine inanılıyor. Tabi ki Prens' in dizine dokunmayı ihmal etmiyoruz.


Hazır vaktimiz varken, şehri gezmeye başlamadan önce en iyi tanıma yöntemi olarak tekne turuna katılıyoruz. Turlar, gece ve gündüz, yemekli- yemeksiz değişik alternatiflerde olabiiliyor. Gündüz turlarının bazıları Margaret Adası' nda  saatlik mola veriyor. Tercihinizi turu alırken değerlendirebilirsiniz. Ben biletleri online olarak aldım. Online alırsanız, bilet çıktısını göstererek giriş sağlıyorsunuz. Turda Türkçe anlatım mevcut. 


Tekne turu saatini belirlerken, şehrin nehirden hem gündüz hem de gece ışıklandırılmış halini görebilmek için havanın karardığı saatlerde turda olacak şekilde belirlemenizi tavsiye ederim. Nitekim şehir en iyi ışıklandırma ödülü almış. Gecesi de ayrı güzel.


Margeret Adası' na uğramadık ancak ada spor yapmak, güzel havalarda keyif yapmak için ideal gözüküyor. Adada yazları konserler, opera ve bale gösterileri sunan açık hava tiyatrosu bunuluyormuş.

Tekne turunu tamamlayıp, Vörösmarty Meydanına çıkıyoruz. Bu meydan Budapeşte' nin en önemli meydanlarından biri. Şehrin alışveriş sokağı olan Vaci Utca buradan başlıyor. Meydanda ünlü Gerbaud pastanesi bulunuyor. 


Tarihi pastanenin tam karşısında Londra ve bizim tünel metrosundan sonra Avrupa' nın ens eski metro hattı M1 metro hattı bulunuyor. Metronun hemen yanında ise Aslan Çeşmesi bulunuyor. Bu çeşme şehrin popüler buluşma noktasıymış. 

Buradan Erzsebet Meydanı' na doğru ilerliyoruz. Bu meydanda Love Rock Tree' yi bulup kilit bağlayabilirsiniz. Budapest Eye, yani dönme dolap olan Budapeşte' nin gözü de bu meydanda bulunuyor. Biz binmeyi tercih etmedik ancak güzel şehir manzararı sunduğunu tahmin etmek zor değil. 


Bu meydanda bulunan süs havuzunun etrafında sokak lezzetleri ve seyyar biracılar mevcut. Akşamları şehrin neredeyse tüm genç nüfusu burada takılıyor. Yerlerde banklarda heryerde insan var. Akşamları en güzel aktivite bu meydanda oturup etrafı seyretmek oluyor. Geceleri şehrin en canlı yerlerinden biri. Biz bu meydana bayılıp, izleyen günlerde de otele dönmeden önce burada takılmayı ihmal etmiyoruz. 

Bu meydanı da gördükten sonra gezinin diğer günlerinde de ziyaret edeceğimiz Yahudi Bölgesi olarak da adlandırılan Erzsebevaros ya da Elizabeth Town' a doğru yola çıkıyoruz. Bu bölge Budapeşte' nin yedinci bölgesi olarak da biliniyor. Budapeşte' nin gece hayatı en hareketli ve popüler bölgesi. 

Bölgede Dohany Street Synagogue bulunuyor. Dohany Sokağı Sinagogu Avrupa' nın en büyük, dünyanın ise ikinci büyük Sinagoguymuş. 

Bu bölgede akşam yemeği için tavsiye edebileceğim Mazel Tov adlı bir restoran bulunuyor. Ben günler öncesinden internet üzerinden rezervasyon yapmaya çalışsam da yer bulamadım. Hatta kapıdan şansımızı da denedik ancak maalesef yer bulmayı başaramadık. Mekanın atmosferi çok güzel gözüküyor. Bazı akşamlar da canlı müzik var. Programı kontrol edip, rezervasyon yaptırabilirsiniz. 

Yine yemek yeyip, birşeyler içebileceğiniz bir yer arıyorsanız. Gozsdu Udvar' a muhakkak uğrayın. Burası bir avlunun içine kurulmuş kafe ve restoranların bulunduğu bir alan. Atmosferi çok güzel ve birçok aleternatif mevcut. Yolunuzu düşürmenizi tavsiye ederim. 

Bu bölgede yer alan Kiraly Caddesi, akşamları vakit geçirmek için ideal noktalardan. Budapeşte'nin ünlü ruin barlarını burada keşfedebilirsiniz. Ruin bar, yıkıntı harabe yapıların bara çevrilmesi gibi bir anlama geliyor. 

Budapeşte' ye gidip de uğramadan dönülmeyen bir diğer mekan da Szimpla Kert. Burası hayatımda gördüğüm en ilginç dekora sahip bar olabilir. Devasa bir alana kurulu bu ruin barda heryerden sizi şaşırtacak bir dekor çıkıyor. Biz gecesini de gündüzünü de görmek için iki kere uğradık. Gece bir hayli kalabalık olan mekanda neredeyse duracak yer bulmak bile zor oluyor. Ancak gündüz rahatlıkla masa bulabilirsiniz.


Bu bara uğramadan geçmeyin.

Szimpla Kert' in hemen yanında Street Food Karavan Budapest diye bir pasaj mevcut. Burada, gece yemeği için binbir çeşit sokak lezzeti bulabilirsiniz. 

Mekan önerilerine şimdilik mola verip, ilk günü noktalıyoruz.

Budapeşte' de ikinci günümüzde şehrin karşı kıyısına yani Buda' ya doğru yol alıyoruz. Zincirli Köprü' den geçer geçmez Kale Tepesine çıkan finüküleri görüyoruz. Ancak tepeyi dolaşarak çıkmak bize  daha cazip geliyor ve mini hop on hop off tarzı elektrikli araçlarla tepeye çıkmayı tercih ediyoruz. İyi ki de böyle yapmışız, çünkü Buda yol boyu güzel manzaralar sunuyor.

Araç bizi Trinity Meydanında bırakıyor. Trinity Meydanı Buda Kale Bölgesinin merkezi diyebiliriz. Burada Balıkçı Tabyası ve Matthias Kilisesi gibi masalsı mimari göz kamaştırırken hemen yan taraftaki Hilton binasının göz zevkimizi bozan mimarisine maruz kalıyoruz. Neyse, görmemezlikten gelip, güzelliklere odaklanıyoruz. 


Trinity Meydanı' nın en önemli yapılarından biri Matthias Kilisesi. Kilisenin tam karşısında ise Buda Belediye Binası bulunuyor. Meydanın hemen arkasında Bakılçı Tabyası (Fisherman's Bastion) adeta büyülüyor. Tek kötü tarafı çok kalabalık olması.





Balıkçı Tabyası' nın yapısı da manzarası da muhteşem. Parlamento Binasının görkemini bir de buradan izleyin. 

Balıkçı Tabyası, tamamen görsel amaçlı yapılmış. Anıtın ismi ise 18. yy.da buradaki siperleri savunan balıkçılara ihtaf edilmiş.


Tarihi yapıları gezdikten sonra Trinity Meydanı' nı kesen sokaklarda kaybolma zamanı. Özellikle Uri Utca' ya mutlaka gidilmeli. Bu sokakta bulunan birbirinden güzel renkli binalar arasında dolaşmak sanki başka bir zamanda geziniyormuşsunuz hissi veriyor. 




Bu bölgeye yakın Labyrinth yer altı mağarası bulunuyor. Bu mağaraya gitme fırsatımız olmadı ancak ilginç bir yer olduğu söyleniyor.

Buda bölgesinin bir diğer önemli yapısı Kraliyet Sarayı' na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Kraliyet Sarayı (Royal Palace) şehrin güzelliğini görebileceğiniz en ideal noktalardan biri. Kalenin arkasından Gellert Hill tarafına doğru yürümeye devam ederseniz, Kemal Atatürk Caddesi ile karşılaşırsınız. Gellert Hill (Gellert Tepesi) gözümüze uzak gözüktüğünden zaman kalırsa burayı ziyareti değerlendirmek üzere, minik hop on hop offumuza binip, başladığımız noktaya geri dönüyoruz.


Peşte tarafından Buda' ya baktığınızda Buda Kalesi' nin sol tarafındaki tepe Gellert Tepesi. Tepede bulunan 40.mtlik Özgürlük Anıtı her yerden görülebiliyor. Tepede Kale, Özgürlük anıtı ve Gellert Hamamı görülebilecek noktalardan bazıları. 

Biz Zincir Köprü' den karşıya geçip, Budapeşte Merkez Hali' ne doğru yola çıkıyoruz. Nehir kenarından devam ettiğimizde Elizabeth Bridge' i görüyoruz.  Köprünün ilk hali II. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış ve 1964 yılında yeniden inşa edilmiş. 

Az ileride yer alan üçüncü köprü ise Liberty Bridge (Özgürlük Köprüsü) karşımıza çıkıyor. Yeşil renkli bu demir köprünün kendine özgü havasını çok beğeniyorum.

Budapeşte Merkez Hali, tam bir halk pazarı. Hediyelik eşyadan tutun, sebze meyveye, şarküteriden yemek yerlerine kadar yiyecek ve hediyelik namına herşey var. Burada dolaştıktan sonra Hal' in hemen önünden başlayan Vaci Utca' ya doğru yöneliyoruz. Vaci Utca, Budapeşte' nin ünlü alışveriş caddelerinden biri. Caddenin bir diğer ucu Vörösmarty Meydanı' na kadar uzanıyor. 

Tatillerimizde adettendir, akşamında caz dinlemeye Budapest Jazz Club' a gidiyoruz. Bu bara gitmek için bütün Tuna sahilini yürümemiz gerekip, sonrasında ıssız caddelere sapıp biraz tedirgin olsa da, hedefimiz olan bara ulaşıyoruz. İkinci günümüz de böyle noktalanıyor. 

Üçüncü günümüzde, ilk olarak istikamet Andrassy Utca. Andrassy Ut, şehrin en geniş caddelerinden biri. Bu cadde üzerindeki binaların güzelliği kesinlikle görülmeye değer. Cadde üzerinde Royal Opera House, House of Terror ziyaret edilebilecek noktalar. Erzsebet Meydanından Milenyum Anıtına kadar uzayan 2,4 kmlik caddeyi isterseniz baştan sona yürüyebilir ya da bir kısmını metro ile ekarte edebilirsiniz.

Biz bu cadde üzerinden Kahramanlar Meydanı' na gitme hedefindeyiz, caddede bir hayli yürüyüp sonra metro ile devam ediyoruz. 

Kahramanlar Meydanı (Hösök Tere)' na çıktığınızda solda göreceğiniz bina Güzel Sanatlar Müzesi (Museum of Fine Arts), sağ tarafta ise Kunsthalle yani Modern&Çağdaş Sanat Müzesi bulunuyor. Kahramanlar meydanının etrafında müzeler, ortasında ise heykeller bulunuyor. Bu meydana Milenyum Meydanı da deniyormuş. Meydandaki anıt, Binyıl Anıtı olarak adlandırılıyor. 36 mt.lik sütun efsaneye göre Aziz Istvan' a rüyasında görünüp Macar tahtını sunan melek Cebrail figürünü temsil ediyormuş. Sütunun üzerinde durduğu platform çevresinde ise tarihi kişilerin heykelleri mevcut.


Mücsarnok' un hemen arkasında yer alan dünyanın en büyük kum saati, Macaristan' ın Avrupa Birliği' ne girişini simgelemek üzere 30 Nisan 2004 yılında açılmış.

Meydanı gördükten sonra anıttan geçerek Varosliget şehir parkına giriyoruz. 


Girişindeki gölet, kışın buz pateni pistine dönüşüyormuş. Gölün arkasında er alan Vajdahunyad Kalesi 1896 yılında yapılmış. Bu alanda gezinirken yine zamanda yolcuğuna çıkmış gibi oluyoruz. Yapılardan etkilenmemek elde değil. 


Parkın içinde Szechenyi Kaplıcaları bulunuyor. Parkta dolaştıktan sonra kaplıca deneyimi için buraya uğramanızı tavsiye derim. Nitekim parkın içinde dikkat çeken en önemli alan bu kaplıca. Aslında Budapeşte' de bir çok hamam ve kaplıca bulunuyor ancak burası mimari güzelliklerin ortasında keyif yapılabilecek bir alan olduğundan diğerlerine göre bir hayli popüler. Yaz- kış 27 derece sıcaklığıyla açık havada yüzme imkanı bulunuyor. Kabin satın alıp eşyalarınızı bu alanda bırakabiliyorsunuz. Havuz ve etrafındaki yapıların dokusu çok etkileyici ancak havuz popülasyonu çok yüksek, keyfini çıkarmak için kalabalığı da göze almak gerekiyor. Tesiste açık hava havuzları yanında kapalı alanda da birçok termal havuz mevcut.

Havuz tecrübesini de yaşadıktan sonra buradan New York Cafe' ye doğru ilerliyoruz. New York Cafe Boscolo Budapest Otelin alt katında bulunuyor.  İçeri girdiğimizde bizi ufak çaplı bir kuyruk karşılıyor. İlk başta gözümüz korksa da hızlıca masamıza geçebiliyoruz. Buraya gelme amacımız birşeyler yeme içmeden ziyade mekanı görebilmek. Kibar çalışanların olduğu saray atmosferli bir yer diyebilirim. Adeta müzeyi andıran iç yapısı ile görülmeye değer bir mekan. Kahvelerimiz ile tatlımızı yedikten sonra kafenin otel tarafını da görebilmek için otel kapısından dışarı çıkıyoruz. Otelin içi de bir hayli güzel gözüküyor. 



Böylece, listede olan tüm yerleri görmüş oluyoruz. 

Akşamları güzel kokteyl içebileceğiniz bir yer ararsanız, 360 Roof Bar' ı tavsiye ederim. Her ne kadar, aşağıdaki fotoğrafta telefonun gece görüş kamerasının azizliğine uğrasa da manzarası muhteşem. 


Böylece, listemizde olan tüm yerleri görmüş oluyoruz. Beğendiğimiz noktalara tekrar giderek iyice tadını çıkarıyoruz. 

20 Temmuz 2017 Perşembe

AMSTERDAM

Tatile gitmenin en sevdiğim taraflarından biri de o yeri keşfetmek, keşfederken öğrenmek. Amsterdam seyahatim için yaptığım keşifte, Hollanda diye bildiğimiz ülkenin Hollanda Krallığı’ nı oluşturan dört ülkeden biri olduğunu öğrendim.  Krallığın diğer üç ülkesi Karayiplerde olsa da krallık, nüfusun ve yüzölçümünün % 98’ ini oluşturan Hollanda’ dan yönetilmekteymiş.


Gezimize gelirsek:) İstanbul- Amsterdam arası yaklaşık 4 saat sürüyor. Amsterdam Schipol Havalimanı’ ndan şehir merkezine tren veya otobüs ile ulaşmak mümkün. Biz treni seçerek, önce Amsterdam Central Station’ a ordan da yürüyerek otelimize ulaşım sağladık. Tren yaklaşık 20 dakikada Central Station (Merkez İstasyon)’ a ulaşıyor. Tren biletleri NS yazılı makinelerden yada gişelerden alınabiliyor. Konakladığınız noktaya göre tren yada otobüs alternatiflerini değerlendirebilirsiniz. Dam Meydanı tarafı için tren, Museumplein veya Leidseplein için otobüs daha kullanışlı gözüküyor.

Merkez İstasyon’ un içinde yiyecek alabileceğiniz mekanlar mevcut. Benim ilk kez Amsterdam’ da gördüğüm bozuk para karşılığı kutulardaki yiyeceğe ulaştığınız hamburgerciler bayağı lezzetliydi tavsiye ederim. İstasyonun içerisinde bulunan Febo da bu tarz bir fastfood mekanı. Lezzeti de başarılı.

Trenden inip, dışarı çıktığınızda arkanızı dönün ve Central Station’ ın görkemli binasıyla karşılaşın. Bu istasyon Amsterdam ulaşım ağının merkezi olarak kabul ediliyor. İstasyonun hemen karşısında ise, tarihi Victoria oteli bulunuyor.

Central Station’ ın önünde bulunan meydanı dik kesen Damrak Caddesi, şehrin en ünlü caddelerinden biri. Damrak Caddesinin neredeyse ¼’ ini kaplayan bir yapı göreceksiniz. Bu eski ve heybetli yapı Beurs Van Berlage adında eski borsa binasıymış. Otelimize giderken Damrak Caddesini dolaşmış oluyoruz. Bu arada konaklama olarak Damrak çevresini tavsiye edebilirim. Böylece tüm gezi noktalarına yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bu arada bisiklet ana ulaşım aracı denebilir. Bu sebeple, aman ha bisikletlilere dikkat edin. Yanınızdan jet hızıyla geçmeleri çok olası. 

Amsterdam’ ın gezilecek görülecek taraflarına gelirsek, her bir köşesi fotoğrafınıza fon olabilecek tablo gibi bir şehir.


İlk durağımız Nieuwe Kerk, yani Yeni Kilise. Adının Yeni Kilise olduğuna aldanmamak gerek, zira şehrin en eski ikinci kilisesiymiş.  Şehrin ilk kilisesi ise Oude Kerk. Nieuwe Kerk’ ün içeriden, Red Light tarafında olan Oude Kerk’ ü ise dışarıdan gördük. Nieuwe Kerk’ ün de içeriden görülebilecek pek bir cazibesi yok. Eğer daha önce Avrupa’ nın bilimum yerlerinde görkemli kiliseleri ziyaret etme fırsatınız olduysa, dışardan görüp geçip, zamanı başka bölgelerde kullanmanızı tavsiye ederim.

İkinci durağımız Dam Meydanı, Yeni Kilisenin arkasına geçtiğimde kendimizi Dam Meydanı’ nda buluyoruz. Meydanın ortasında yer alan National Monument adlı anıt II. Dünya Savaşında ölen Hollandalıları simgeliyormuş. Dam Meydanının etrafında Kralın resmi görüşmeler için kullandığı 3 saraydan biri olan Koninklijk Paleis (Kraliyet Sarayı) bulunuyor. Binanın içine girmedik ancak girip gezmek mümkünmüş.

Meydanın hemen diğer bir tarafında ise dünyanın birçok yerinde mevcut olan Madamme Tussauds müzesi yer alıyor. Madame Tussauds’ da gezinmek ve ünlülere ait balmumu heykelleri ile fotoğraf çektirmek eğlenceli bir deneyim. Madame Tussauds’ u bitirdikten sonra Red Light District tarafına doğru geçilebilir.

Red Light District (De Wallen) insanı hayrete düşürecek cinsten doğrusu. Red Light District kanal boyu ve dar sokaklar olmak üzere kırmızı ışıklı vitrinlerle dolu. Bu ışıklı vitrinlerde her yaşta, renkte ve ırkta kadınlar kendilerini segiliyorlar. Şahsen kadınların böyle bir duruma düşmesi benim içimi sızlattı ve durumdan fazlasıyla rahatsız oldum. Ancak turistik aktivite olarak hergün bir tur atıldı mı Red Lightta, tabi ki atıldı. Denildiğine göre, günümüzde bu vitrinlerin 1/3’ ü kapatılmış. Bu bölgede vitrinlerin yanında önünde uzun kuyruklar göreceğiniz Peep Show gibi farklı alternatifler de mevcut. Bunca uçuk kaçık hadisenin, taşkınlık olmadan seyretmesi insanı hayrete düşürüyor. Benim dikkatimi çeken bir başka ayrıntı da, gün boyu etrafta polis görmüyorsunuz, ancak ne zaman ufak da olsa bir ses yükselse atlı polisler geliyor. Etkileyici bir hadise:)

Yeni güne Anne Frank House ile başlamak istesek de, önündeki uzun kuyruk vazgeçmemize sebep oluyor. Ben çocukken kitabını okuduğum kafamda kendi kendime hayal ettiğim anne Frank’ ın evini çok görmek istemiştim. Siz siz olun, bu müzeyi görmek istiyorsanız, muhakkak internet üzerinden biletlerinizi önceden alın. Nitekim, bir başka gün yine bir ziyaret denememiz olduysa da, yine bir uzun kuyrukla karşılaşıp elimiz boş dönmek durumunda kaldık. Müze Joordan bölgesinde kanal kenarında yer alıyor. İkinci Dünya savaşında Hitler’ den kaçarak gizli bir bölmede yaşayan Yahudi ailenin yaşadığı yerden etkilenmemek mümkün olmaz diye düşünüyorum.

Anne Frank’ tan ümidimizi keserek, Begijnhof’ a yöneliyoruz. Begijnhof, bana göre muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri. Bir bahçe kapısından girip, sıralı Amsterdam evleri ile karılaştığınız avluya bakan bu alan ortaçağda bir grup kadın tarafından kurulan dini grubun yerleşkesiymiş.  Burada yaşayan bekar kadınlara beguines deniyormuş ve görevleri yoksullara yardım etmekmiş. Yazılana göre son Beguin rahibe Antonia’ nın 1971’ de ölümüne kadar işlevini sürdürmüş. Günümüzde ise Begijnhof’ ta rahibeler yerine yaşlı kadınlar ve kız öğrenciler yaşamaktaymış. İnternet bilgilerim bu şekilde, şahsen gördüğüme mutlu olduğum yerlerden biri, size de tavsiye ederim.


Begijnhof bahçesinin kapısı Spui Meydanı’ na açılıyor. Spui meydanı kafelerle dolu hareketli bir meydan. Spui meydanından Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı) ‘a geçiyoruz. Kanalın kenarına kurulan Çiçek Pazarı’ ndan lale vs. alabilirsiniz.

Bloemenmarkt’ ı da gördükten restoranlar, canlı müzik yapan barlar bulunan, şehrin en hareketli bölgelerinden biri olan Leidsplein’ a varıyoruz. Leidspleinda Hard Rock Cafe’ de birşeyler içebilir ya da Holland Casino’ da biraz kumar oynayarak yorgunluk atabilirsiniz.

Üçüncü gün istikamet Heineken Experience. Heineken Experience da eğlenceli bir aktivitenin sonunda heineken yudumluyorsunuz. Heineken’ i gezmesi keyifliydi. Bu bölgeye gelmişken müzelerin yoğun olduğu Museumplein bölgesine doğru ilerliyoruz. Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum (Hollanda Ulusal Müzesi), Stedelijk’ in olduğu meydanda “I Amsterdam” yazısı da bulunuyor.



Bu meydanı da soluduktan sonra, Amsterdam’ ın dillere destan parkı Vondelpark’ a gidiyoruz. Voldelpark’ ı görünce İstanbul’ a lanet etmemek mümkün olmuyor maalesef. Geniş alana yayılmış, insanların nefes aldığı bir cennet.


Veee son olarak Rembrandtplein, De Pijp bölgelerini ve Albert Cuypmarket’ ı sırasıyla geziyoruz. Ancak Albert Cuypmarket Pazar günü olması sebebiyle kapalı olduğundan içine giremiyoruz. Albert Cuypmarket aslında içinde yiyecek dükkanlarının olduğu bir pazarmış. Biz göremedik ancak methedenleri çok.

Amsterdamdaki son günümüzde,  kanal turuna çıkıyoruz. Kanal turu Amsterdamın olmazsa olmazıymış bana göre. Central Station’ ın altında kanalın başladığı noktadan kalkan tekneler mevcut, ve enteresandır ki audio rehberde Türkçe seçenek mevcut. Kanalların arasında Amsterdam’ ı bir de böyle görerek büyüleniyoruz. Bu gezi sırasında öğreniyoruz ki, evler birbirine yaslanmış vaziyette ayakta durabiliyorlar. Dikkat ederseniz, yamuk yumuk duruyorlar. Bu evlerin önlerinde bir kanca fark edeceksiniz, dar olan binalar eşya taşımaya elverişli olmadığından bu kancalar vasıtasıyla eşyalar dışarıdan taşınabiliyormuş. Tekne turunda tek tip masaldan fırlamış Amsterdam evlerinin yanında, tekne evlerin de yanından geçiyoruz.

Anlattıklarımın yanı sıra, köylere günübirlik geziler de mevcut ki, ben yapmadığım için çok pişman oldum. Dam Meydanı’ ndan Volendam, Marken ve Edam gibi köylere günübirlik gezi düzenleyen tur firmaları mevcut. Bu gezilere katılarak Hollanda köylerini de görmeniz mümkün.

Amsterdamla özdeşleşmiş tatlardan bahsedersek, amstel, heineken, grolsch biraları ve gouda, edam peynirleri tadılmalı. 

 

Bizim Amsterdam gezimiz böylece sona eriyor. Gezimizden yaklaşık 1,5 yıl sonra yazılan yazımda birçok şeyi unutmuş olma ihtimalim yüksek. Ancak temel hatları ile gezinizi bu detaylara göre planlayabilirsiniz. Ben yazarken tekrar o kanalların arasında kayboldum, güzel bir tatil geçirmenizi dilerim:)


16 Mayıs 2016 Pazartesi

TORONTO

2015 yılı Eylül ayı sonunda, eşim ile birlikte Toronto’ ya seyahat etme fırsatımız oldu. Beklentim bir hayli düşük olmasına rağmen, şehri yaşadıkça adeta büyülendim diyebilirim. Bir blogda, kötü özellikleri olmayan New York diye okumuştum. New York’ u henüz görmesem de, gerçekten özendirici Amerikan kültürünün yanında, Amerika’ nın kötü özelliklerinden arındırılmış bir dünya var. Suç oranının bir hayli düşük olduğu Toronto, Kuzey Amerika’ nın en temiz ve güvenli şehirlerinden biri olarak biliniyor. 



Ontario gölünün kenarına kurulu bu şehir, dünyanın dört bir yanından gelen göçmen nüfusa sahip. Bu göç alımına paralel olarak da, Chinatown, Greektown, Koreantown, Little Italy, Little Portugal gibi mahalleleri mevcut. Göçmenler, bu mahallelerde etnik kültürlerini yaşatsa da, Kanada’ nın sistemine uyum sağlamışlar. 






İnsanlarına gelirsek, son derece birbirine saygılı ve canayakın. Bir restoranda yada alışveriş esnasında hal hatır soran garson veya görevli ile bolca karşılaşacaksınız. Ve bu durum otomatik pozitif koşullanmanıza sebep olacaktır. 

Toronto Pearson Uluslararası Havalimanı merkezden 27 km uzaklıkta bulunuyor. Havaalanından şehre ulaşımınızı Airport Express adlı otobüsler ile sağlayabilirsiniz. 

Konaklama kısmına gelecek olursak, tek dikkat etmeniz gereken husus otelinizin metro duraklarına yakın olup olmaması diyebilirim. Ama nokta atışı yapmam gerekirse, downtown kısmında yer alan Union ve çevresi konaklamak için ideal bir bölge. Alanı genişletecek olursak, Yonge Street üzerindeki metro duraklarına yakın konum sağlarsanız ulaşımınızın her yere kolay olacağını garanti edebilirim.



Zira şehir içi en yaygın ve kolay toplu taşıma aracı metro. Metro ağı iki hattan oluşuyor ve gitmeniz gereken her yere ulaşımını sağlıyor. Metro haritasını yanınıza alıp, gitmek istediğiniz noktalar hangi duraklara yakınsa not etmenizi tavsiye ederim.

Metro biletlerini haftalık veya tek gidiş şeklinde alabiliyorsunuz. Ancak haftalık biletlerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelecek şeklinde düzenlenmiş. Bu arada, City Pass adında hem ulaşım hem de müze girişleri sağlayan bir kart mevcut, ancak bu kartı hiçbir gezi blogunda görmediğimden, konuyu seyahatim sırasında öğrenme fırsatım oldu. Bu sebeple kartı tecrübe edemediğim gibi detaylarını da öğrenemedim. Araştırmanızı öneririm. 

Gelelim gezimizi planlamaya.

Toronto’ nun gezilecek yerler listesinin başında Royal Ontario Museum geliyor. Yerliler arasında ROM olarak bilinen müzeyi mutlaka görün. ROM’ a Bloor&Yonge metro istasyonunda inip, Bloor Street boyunca 100 mt. yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bloor Street, sağlı sollu güzel mağazalarla dolu geniş bir cadde. Bu caddenin hemen yakınında Yorkville bölgesi bulunuyor. Nezih olan bölgede güzel evler görebilirsiniz. ROM’ a uğramadan önce burayı da görmek isteyebilirsiniz.

ROM’ da Kanada tarihi yanında, çeşitli ülke kültürlerine dair eserler, bitki ve hayvan figürleri ile dinazor maketleri görebilirsiniz. Rom’ un bulunduğu yapı tarihi olmakla birlikte, daha sonra sağa doğru modern bir dizaynla genişletilmiş. Rom’ un hemen köşesinde, Toronto’ da sürekli göreceğiniz seyyar hotdogculardan biri mevcut, denenebilir. Müzenin hemen karşısında ise, Hyatt Park bulunuyor. Şehir manzaralı terasında birşeyler içmeye gidilebilir. Aklınızda bulunsun. 






Rom’ dan Queens Park yönüne doğru ilerlediğinizde, sağ kolda Toronto University karşınıza çıkacak. O sebeple bu bölgede öğrenci nüfus ağırlığını hissedeceksiniz. Biraz daha ilerlediğinizde kendinizi Queens Park’ ta bulacaksınız. Queens Park, öğrencilerin çimenlerde yayılıp, keyif yaptığı güzel bir park.

Queens Parktan çıktığınızda CN Tower’ ı karşınızda görebilirsiniz. Ancak uzaktan gördüğünüz CN Tower’ ın göründüğü kadar yakın olmadığını bilin. Bu kule, şehrin hemen hemen her tarafından görülebiliyor, ancak yaklaşmaya çalıştığınızda sonuç hep hüsran. Bu sebeple CN Tower gezinizi başka zamana bırakarak şimdilik bulunduğunuz bölgenin keyfini çıkarın.



CN Tower' dan vazgeçip Dundas' a yöneliyoruz. Dundas’ a ulaşmaya çalışırken kendimizi Chinatown’ da bulmamız akabinde, Dundas sevdasından da vazgeçiyoruz. Ve bu bölgeye yoğunlaşmaya karar veriyoruz.

Chinatown adı üstünde Çin mahallesi. Market/ mağaza/restoran tabelalarının hepsi Çince. Sokak tabelaları ise hem İngilizce hem de Çince düzenlenmiş. Bu bölgede hediyelik eşya dükkanları göreceksiniz, fiyatları diğer bölgelere göre daha uygun. Değerlendirmenizi öneririm. 






Chinatown’ a gelmişken gezilecek yerler listesindeki Kensington Market’ a uğramanızı tavsiye ederim. Adı market olsa da bu market bildiğimiz marketlerden değil. Sokak boyunca restoran/kafelerin olduğu bir bölgeye Kensington Market adı veriliyor. Etnik, güzel bir bölge. Görülmeye değer. 

Chinatown’ ı bitirdiğinizde Spadina Avenue’ ye varacaksınız. Spadina Avenue’ da kırmızı dragonları göreceksiniz. 


Hala enerjiniz kaldıysa, buraya kadar gelmişken Korean Town, Little Italy ve Little Portugal mahallelerine yürüyerek ulaşabilirsiniz. Benim en otantik bulduğum Chinatown olduğunu belirtmek isterim. Yorgunluktan bitap halde ilk günü bu şekilde bitiriyoruz. 

İkinci gün, güne Distillery District’ te başlıyoruz. Eskiden fabrika alanı olan bu bölge, kafe/restoranların, sanat galerilerinin, çikolata dükkanlarının bulunduğu trafiğe kapalı bir alan haline getirilmiş. Keyifli bir bölge. Yemek yeyip, birşeyler içebilirsiniz. 



Distillery District' ten çıkınca St. Lawrence Market' e yöneliyoruz. Bu Market dünyanın en iyi yiyecek marketleri arasında sayılmaktaymış. Marketten çok bir pazar havasında olduğunu söylemeliyim. Biz deniz ürünleri tercihi ile “Buster' s Sea Cove” u tercih ettik. Gayet lezzetliydi. 

Marketin karşı çaprazında üçgen şeklinde bir bina göreceksiniz. Flatiron building denen, ütü şeklindeki bu bina nın ilk örneği New York' ta yapılmış. 


Toronto’ nun her tarafında Jack Astor’ s adlı bar zinciri ile karşılaşacaksınız. St. Lawrence’ ın hemen yakınında da bu zincir bardan bir adet bulunuyor. Denemek isterseniz, aklınızda bulunsun. St. Lawrence’ ı da gezip, karnımızı doyurduktan sonra, Toronto’ nun simgesi CN Tower’ a çıkmak üzere Union durağına doğru yol alıyoruz. St. Lawrence’ tan yürüyerek ulaştığımız CN Tower’ a metro ile Union durağında inerek de ulaşım sağlayabilirsiniz. 

CN Tower’ a ulaşmak için Front Street West’ i takip ederek ulaşıyoruz. Bu cadde üzerinde Fairmonth Royal York Otel’ in devasa yapısını görebilirsiniz. Kanada Kraliçesi de olan İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, Toronto’ ya geldiğinde bu otelde kalıyormuş. 

Bu geniş caddede yine hotdogculara bol bol rastlayacaksınız. Ve CN Tower’ a ulaşıyoruz. Hızla ilerleyen uzun bir bilet sırasının ardından biletlerimize erişerek, asansör sıramızı beklemeye başlıyoruz. 


Zemini cam olan saatte 22 km hızla yükselen bir asansör ile 447 mt. Yüksekliğe çıkıyoruz. Yukarı çıkmak, 58 saniyemizi alıyor. Benim gibi yükseklikten hoşlanmayan bir insan için geçmesi zor saniyeler.

CN Tower manzarası

CN Tower Canadian National’ ın kısaltmasıymış. Kule iki ayrı yükseklikte şehri 360 derece seyir imkanı sunuyor. 447 mt. de bolca fotoğraf aldıktan sonra, 342 mt. de yer alan zemini camdan olan glass floor kısmına iniyoruz. Bu noktada camın üzerinde yürüyüp, oturup, fotoğraf alabilirsiniz. 

Glass Floor


CN Tower’ dan bakıca şehrin ne kadar yeşil olduğuna bir kez daha şaşırarak, şehre bir kez daha hayran olarak CN Tower turumuzu tamamlıyoruz. CN Tower’ ın hemen yanında Roger Centre bulunuyor. Roger Cetre, Argonuts futbol takımı ile Blue Jays beysbol takımının tavanı açılır kapanır şeklindeki stadyumuymuş. Biz gidip görmesek de meraklılarına duyurulur. 

CN Tower’ dan çıkıp Yonge Street’ e yöneliyoruz.İstikamet Dundas&Yonge Square. Yonge Street 1896 km uzunluğunda dünyanın en uzun caddesiymiş. Dundas ile kesiştiği Dundas&Yonge Square ise, New York’ un meşhur Times Square’ inin muadili olarak kabul edilebilir. Bu meydanda Hard Rock Cafe mevcut. 


Ayrıca Eaton Centre adında Toronto’ nun en iyi avmlerinden biri de bu meydanda bulunuyor. Bu AVM' den beklentiniz büyük olmasın, İstanbul tam anlamıyla bir avm cenneti. Ama illa alışveriş yapacağım derseniz, daha güzel bir avm olan Yorkdale’ i size tavsiye edebilirim. Yorkdale’ e gitmek için metroya binip, Yorkdale durağında inmeniz gerekiyor. 

Ertesi gün küçük bir Toronto gezisi yapıyoruz. Ağırlıklı olarak Yahudilerin yaşadığı Bathurst mahallesinde bir tur atıyoruz.

Daha sonra da, Sör Henry Peltt’ e ait Kanada’ nın en büyük malikanesi olan Casa Loma’ ya gidiyoruz. Casa Loma 98 oda, 30 banyo, 2 gizli geçit ve 240 mt.lik tüneli bulunan günümüzde müze olan Kanada’ nın en büyük evi. 


Toronto’ nun en eski mahallelerinden biri olan The Annex’ ten geçip turumuzu tamamlıyoruz.

Turumuzu bitirerek, şehir merkezini dolaşmaya devam ediyoruz. Şehrin tam merkezinde yer alan King Street West, finans merkezi adeta Wall Street gibi. Şehrin gökdelenleri bu bölgede toplanmış.

Bu bölgede ziyaret edebileceğiniz bir diğer mimari yapı ise, Brookfield Place. (181, Bay St.)


Günü canlı caz dinleyebileceğimiz Rezervoir Lounge ile bitiriyoruz. Güzel müzik, lezzetli kokteylleri ile hoş bir mekan. Caz seviyorsanız kesinlikle gitmelisiniz. (52 Wellington St. East) Hemen yanında Pravda Vodka Bar bulunuyor. Burayı da deneyebilirsiniz. (44 Wellington Street East) 

Ertesi gün adalara gitmeyi planlıyoruz. Toronto’ nun en büyüleyici yerlerinden biri de Toronto Islands. Adalara Harbourfront’ tan kalkan vapurlarla ulaşabilirsiniz. Gidiş dönüş olmak üzere tek bir bilet alınıyor ve yolculuk yaklaşık 10 dk. sürüyor. Toronto Islands üç adadan oluşuyor ve bu üç adaya da vapur seferi mevcut. Kesinlikle görülmesi gerekn yerlerin en başında Toronto Adalarını kaydetmeniz gerekli. 


Adada, tekli ve çftli bisikletler kiralayabileceğiniz gibi muhteşem güzellikteki doğanın tadını çıkarabilirsiniz. 


Yaz aylarında giderseniz, plajını da kullanabilirsiniz.

Adadan baktığınızda şahane bir Toronto manzarası ile karşılaşıyorsunuz. 


Ada ziyaretinden dönünce, Harbourfront’ ta yürüyüş yapabilirsiniz. Bu bölge gece de hareketli oluyor. Mutlaka ziyaret edin. 

Şehirde görülmesi gereken yapılardan biri de Old City Hall. Görkemli bir yapı görmenizi tavsiye ederim. Old City Hall’ un hemen yanında New City Hall mevcut. Önündeki TORONTO yazısında fotoğraf çektirebilirsiniz. Bu binanın önündeki havuzda kışın buz pateni yapılıyormuş. 

Old City Hall

Vee Toronto' nun benim için en iyi tecrübelerinden biri, buz hokeyi maçına gitmekti. Air Canada Centre' da Toronto' nun Maple Leafs takımı ile Montreal takımının karşılaşmasını izleme fırsatımız oldu. Bu deneyim enteresan ve bir o kadar da keyifliydi. Bilet temin edebilirseniz, Kanadanın en popüler iki sporu olan beyzbol veya buz hokeyi maçlarından birine gitmenizi tavsiye ederim. 


Yeyip içme kısmında gelirsek, göçmenlerden oluşan bir şehir olduğu için bir çok dünya mutfağını bu şehirde tatma imkanınız var. Hint, Çin, İtalyan, Meksika mutfağını yoğunlukta olarak görebilirsiniz. 

Kahve kültürü önemli bir yer tutuyor. Adım başı kahve dükkanı görebilirsiniz. Özellikle Tim Hortons adlı kahve zincirinin çok sayıda dükkanı bulunuyor. Ben cafe lattesini tatma imkanım oldu ancak çok kötüydü. Starbucks varken bu alternatifi denğerlendirmeyin bile. Yine kahve zincirlerinden biri Second Cup adlı kahve dükkanlarına da çokça rastlayacaksınız. 

Bar-Pub- Restaurant ihtiyacınız olduğunda karşınıza muhakkak bir Jack Astor’ s çıkacaktır. Yemeğini denemedim ancak mekanları oldukça keyifli. 

Bir akşamınızı İtalyan mutfağına sahip, Terroni Restaurant’ da geçirmenizi tavsiye ederim. Ancak mekan her daim dolu olduğundan mutlaka rezervasyon yapmalısınız. (720 Queen Street West- 57a Adelaide St. East- 1095 Yonge St.- 106 Victoria St.)

Ve son önerim The Burger’ s Priest. Bir çok şubesi olan bu burgerciyi mutlaka denemelisiniz. Küçük, selfservis ile yiyecek aldığınız mekanın burgerleri oldukça lezzetli. Şubelerine internet sayfasından ulaşabilirsiniz. 

Niagara Falls- Niagara On The Lake

Toronto’ ya kadar gelmişken yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki Niagara şelalesini görmemek olmaz diyerek, ertesi gün erkenden Niagara’ ya doğru yola çıkıyoruz. Niagara Şelalesi ABD ile Kanada sınırını oluşturuyor, ancak Kanada tarafından daha görkemli durduğuna dair rivayetler var. Bu sebeple Kanada tarafından görülmesi daha makbul. Giderken, kesin pazarlama harikası diye düşündüğüm Niagara Şelalesi’ ni gördüğümde olayın hiç de düşündüğüm gibi olmadığını anladım:) Zira suya yaklaştığımızda, şelalenin şiddetinden resmen yağmura yakalandık. Bu devasa şelaleyi görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Niagara Şelalesi aslında üç büyük şelaleden oluşuyor. Ancak en büyüğü Horseshoe. Bu şelalede su, yaklaşık 57 mt. yükseklikten düşüyormuş ve yarım dakikada 168.000 m3 su akıtıyormuş. Bu şiddetli akım ABD hem Kanada için elektrik üretimini sağlıyormuş.


Bu bölgede casinolar ağırlıkta. Bekarlığa veda gruplarının buradaki otellere rağbet ettiğini öğreniyoruz. Bölgede birçok kafe/restoran mevcut. Klasik Amerikan kahvaltısı yapmak isterseniz, IHOP adlı bir mekan önerebilirim. Lezzet olarak ahım şahım olmasa da, kültüre adaptasyon açısından güzel bir deneyim olacaktır. 

Niagara Şelalesinin yakınlarında birçok üzüm bağı mevcut ve bu bağlarda şarap tadımı yapmak da mümkün. Araç ile gitmeniz halinde, şarap tadımına da uğramanızı tavsiye ederim. 


Niagara Şelalerinin yakınında Niagara on The Lake adlı bir kasaba bulunuyor. Film seti tadında olan bu kasabayı mutlaka görün. Kasabanın içinde Cow adlı bir dondurmacı bulunuyor, denenebilir.


Dönüş yolunda Red Stone adlı restoranda birşeyler yeyip, lezzetli şaraplarından tadabilirsiniz. (4245 King Street Beamsville ON, L0R)

Ben bu şehri çok beğendim. Bu kadar soğuk ve uzak olmasaydı, yaşamak istediğim şehirlerin başında geleceği kesin.