22 Ağustos 2017 Salı

FETHİYE- KABAK- KAŞ

FETHİYE


Eşimle birlikte daha önce egenin bazı bölgelerine gitmiş olsak da, her tarafını keşfedebilmek adına kendimize her yaz birkaç yer görebileceğimiz ama bizi çok da fazla yormayacak rotalar oluşturmaya karar verdik. Geçen yaz çıktığımız Dalyan- Akyaka- Datça- Bodrum turunu Muğla’ nın güzelliklerinin farkındalığıyla tamamlayıp, bu yaz için yeni rotamızı belirledik. İstikamet sırasıyla Fethiye, Kabak, Kaş☺


Fethiye’ ye bayıldım, Kabak’ a aşık oldum, Kaş’ a gelince, Kaş’ ın büyüsü yanında Fethiyeninkini unuttum bile diyebilirim☺ Lafı daha fazla dolandırmadan gezimizden bahsetmeye başlıyorum.

İstanbul- Fethiye arası yaklaşık 10 saat sürüyor. İstanbul’ dan gece yarısı çıkarak 11:00’ de Fethiye’ de oluyoruz. Fethiye’ de konaklamanızı seçerken marinaya yakın bölgeleri tercih etmenizi tavsiye ederim. Böylece akşamları arabaya bağımlı kalmadan gezebilirsiniz.

Fethiye denilince ilk akla gelen yerlerden biri tabii ki Ölüdeniz. Bizim de ilk durağımız Ölüdeniz oluyor. Ölüdeniz Fethiye merkeze yaklaşık 15 dakika uzaklıkta. Ovacık Mahallesinden geçtikten sonra Ölüdenizi görmeden önce bizi Belcekız plajı karşılıyor. Belcekız plajı ve Ölüdeniz aynı koy içinde diyebiliriz. Belcekızdan devam ettiğinizde otopark girişi mevcut, Ölüdeniz için aracınızı burada bırakmanız gerekiyor. Ölüdeniz, bana göre tam bir para tuzağı, giriş ücretini hatırlamıyorum ancak iki şezlong bir şemsiye 45 TL ve bu ücrete herhangi bir içecek vs. dahil olmuyor.

Ölüdenizi anlatmam gerekirse, muhteşem bir deniz ve doğayla karşı karşıya kalıyorsunuz ancak tıkış tıkış sıralı şezlonglar ve kalabalık pek keyif vermiyor. Ama gitmeden dönülmemesi gereken yerlerden olduğu için, denizinin ince çakıl olduğu ve ayakları acıtmadığı detayını vermek isterim. Ölüdenizde yüzecekseniz, kesinlikle Blue Lagoon’ a kadar gelmenizi tavsiye ederim. Lagünün sağ tarafı çocuklu ailelere daha fazla hitap ediyor, ama çocuksuz ve bir nebze daha açık deniz severim diyorsanız sol tarafı tercih edin derim.

Eğer yamaç paraşütü hevesiniz varsa, Fethiye bunun için dünyada sayılı yerlerden biriymiş. Muhakkak denmeli. Benim yükseklik korkum denememe elvermese de, tecrübe edenlerin anlatışlarından bile o adrenalini adeta yaşıyorsunuz. Ancak Ölüdeniz’ in üstünden taklalar atarak süzülen paraşütler bir kısım ürkütüyor☺

Geliyoruz bir diğer doğa harikası olan Kelebekler Vadisi’ ne, Kelebekler Vadisinin karadan ulaşımı yok. Sadece deniz yoluyla gidebiliyorsunuz. Nasıl gidebiliriz derseniz; şöyle ki, Ölüdeniz, Kelebekler Vadisi’ ni kapsayan tekne turları olduğu gibi, sadece Kelebekler Vadisine ulaşım sağlayan tekne dolmuşlar da mevcut. Bizim de tercih ettiğimiz tekne dolmuşlar Ölüdeniz’ den kalkıyor ve gidiş dönüş ücreti 20 TL. Saatlerini öğrenip 30 dk.lık yolculukla Kelebekler Vadisi’ ne ulaşabilirsiniz. Kelebekler Vadisi, ölüdenizin birkaç koy yanında kalıyor.


İlk ulaştığımızda, günübirlik gezi tekneleri ile karşılaşıyoruz ve Kelebekler Vadisi’ nin ruhuna tezat oluşturduğu düşüncesiyle hayal kırıklığı yaşasak da, tekneler koydan çekilip, sakinlik ve huzur koyu ele geçirdiğinde vadiye bayılıyoruz.

Kelebekler Vadisi- Denizden Görünüm

Fethiye’ ye gelmişken tekne turu yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Marinada birçok tekne turu standı göreceksiniz. Biz en tenhası, en sessizi vs. ararken minimum 80 kişilik turlar olduğunu görünce yıkıldık. İçlerinden en beğendiğimiz Fulya10 adlı tekne turu oldu. Fethiye Bölgesinde en çok tavsiye edilen Göcek koylarını dolaşan onikiadalar turu. Onikiadalar turunda sizi muhteşem denizlerin beklediğini söylememe gerek yok herhalde. Çok da memnun kaldık. Ayrıca, özel kiralayabileceğiniz tekneler de mevcut, ancak fiyatları turlara göre tabii ki daha yüksek.

Yassıca Adası

Fethiye’ de görülmesi gereken yerlerden biri de Kayaköy. Eskiden Rumların yaşadığı bu köyün sakinleri, mübadele döneminde evlerini terk etmek zorunda kalmış. Senelerin geçmesi ile evler harabeye dönmüş. İnsanın içini acıtan, buruklaştıran hüzünlü bir yer Kayaköy.

Kayaköy’ e gelmişken “Cinbal” a uğramadan sakın dönmeyin. Cinbal "kendin pişir kendin ye" tarzı bir mekan. İçeriye girdiğimiz ilk andan itibaren suratımıza mutluluk ifadesi yayıldı adeta. Ağaçların altına atılmış masalar, inceden bir enstrümantal müzik, yanıbaşınızda mangalınız, lezzetli etler, güleryüzlü servis hepsi birleşince mekandan mutlu ayrılmamak kaçınılmaz.

Yemekten bahsetmişken, Hilmi Restaurant’ a bir akşamınızı ayırarak balık pazarının havasını solumanızı tavsiye ederim. Balık pazarında, balıkçılardan aldığınız balığı oturacağınız restoranda yaptırabiliyorsunuz. Arasıcaklar ve mezeleri ise mekandan almanız mümkün. Zaman zaman çalgıcıların masalara uğraması biraz Kumkapı havası veriyor. Herşey çok lezzetliydi, mutlaka gidilmeli. Bir diğer yemek önerisi ise Grida Restaurant. Akya balığını ilk kez burda tatma fırsatım oldu. Mekanda lezzetler de şahaneydi. Bunların haricinde marinadan ilerlediğinizde birçok denize sıfır balıkçı göreceksiniz. Ayaküstü birşeyler atıştıralım derseniz, Cezayir Usta’ da döner yiyebilirsiniz. Biz gittiğimizde dükkanı kapatmış olduğundan deneyemedik ama çok da merak ettik. Siz denerseniz yorumlarınızı bana buradan yazarsanız sevinirim. Bir de dondurma önerisi vererek, yeme içme faslını kapatıyorum. Merkezde Baba Dondurma’ da dondurma yerseniz, inanın pişman olmayacaksınız.

Fethiye’ de başkaca gezebileceğiniz noktalar ise, Gemile Koyu, Çalış Plajı, Tlos Antik Kenti, Saklıkent Kanyonu ve Gizlikent Şelalesi’ ni sayabiliriz. Saklıkent Kanyonuna kadar gittik ancak sağanak yağmura denk geldiğimizden, sel tehlikesi sebebiyle içeri almıyorlardı. Biz kanyonu göremedik ama fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla gidilip görülmeye değer.

Böylece Fethiye gezimizi noktalıyoruz. Tekrar gidilesi yerlerden biri☺

KABAK KOYU

Fethiye’ de 3 gece konaklayıp, 1 gecemizi ayırdığımız Kabak Koyu’ na doğru yola koyuluyoruz. Kabak Koyu’ na gitmek için Ölüdeniz yolu üzerinden Faralya’ ya gitmeniz gerekiyor. Faralya’ ya giderken Kelebekler Vadisi’ ni bir de tepeden göreceksiniz. Muhakkak durup bir fotoğraf alın derim. Yukarıdan görülen manzaranın şaşaası aşağıdan da fazla.

Kuş bakışı Kelebekler Vadisi

Vee Faralya’ ya ulaşıyoruz. Kabak Koyu’ na arabayla ulaşamıyorsunuz. Faralya’ da arabanızı bırakıp, servislere binmeniz gerekiyor. Faralya köyüne girdikten sonra otopark alanı görsek de, özellikle bize söylendiği gibi köyün en ucuna kadar gidiyoruz. Artık araç girişi yapılmayan noktaya geldiğimizde, sağ tarafta durak, sol tarafta otopark görüp, artık aracı bırakma vakti geldiğini anlıyoruz. Aracımızı burada bırakıp yanımıza bir günlük eşyalarımızı alarak, bizi koya ulaştıracak minibüse yerleşiyoruz.

Bu ana kadar her şey çok güzel, keyfimiz yerinde ve duyduklarımızın bizde bıraktığı izlerle Kabak’ tan beklentimiz bir hayli yüksek. Ve o minibüsün hareket etmesiyle daracık uçurum kenarlı bir yoldan yokuş aşağı kaptırıyoruz. “Herhalde şoför alışıktır bu yolu inip çıkmaya” diye iç rahatlatma çabaları, “bu yolun bir de çıkışı var” diye düşünerek girilen stresler ile yaklaşık 15 dk süren bol hoplamalı bir yolculukla Kabak’ a ulaşıyoruz. İndiğimde ön koltuğu sıkmanın verdiği ellerdeki acıma hissini de belirteyim de yolun vahametini bir nebze açıklamaya faydası olsun.

İşte Kabak Koyuna geldik. Otele ulaşmamızla birlikte az önce çekilen yolun eziyetini unutmamız bir oluyor. Bozulup kalabalıklaşmadan, bir gece kalarak buranın tadını çıkarmanızı gönülden, içten, dolu dolu (artık nasıl en etkilisi ise) tavsiye ederim.


Koyda birkaç konaklama alternatifi var. Biz denize en yakın olan Chakra Beach Kabak’ ta kaldık. Bungalovların mimarisine ve çalışanlarına bayıldık.



Kabak’ ta vaktimizi nasıl geçirdiğimize gelirsek, bizim vaktimiz kısıtlı olduğundan yakınında bulunan üç koya gitmeye karar verdik. Bu koylara sürat teknesi kiralayarak gidebiliyorsunuz. Motor size mini tur yaptırıyor. Eğer Kabak’ a gidip de bu koyları görmezseniz çok yazık. Zira bir gün önce Göcek koylarında denize girmiş biri olarak, onlar Marmara bu Maldivler denizi deyip durumu abartıp abartıp anlata anlata bitiremeyebilirim. Bu arada onikiadalar turunda gittiğimiz Göcek koylarının denizi de muhteşemdi haksızlık etmeyelim.

Tekne bizi sırasıyla Korsan Koyu, Soğuksu ve Cennet Koyuna götürdü. En acayip olanı ise Soğuksu. Her koyda, "bu nasıl bir deniz" deyip, gördüğü renge şaşırır mı insan. Bitmeyen bir şaşkınlık duygusu yaşadım:) Gördüğüm en muhteşem sularda (Palamutbükü’ ne asla haksızlık etmek istemem. Datça’ nın suları da bir başka. ) keyifli zamanlar geçirdikten sonra tekne sizi geri Kabak Koyu’ na bırakıyor. Kabak koyundaki deniz o bölge için sıradan kaldığından denize girip girmemek arasında gidip geliyorsunuz.

Soğuksu

Kabak’ta gece ne yapılır? Biz ay ışığı altında oturup sohbet etmeyi seçtik. Ancak biraz yukarıda canlı müzik yapan yerler de varmış. Sadece cırcır böceklerinin sesi, kapkaranlık olmasına rağmen ay ve yıldızların aydınlattığı ve bayağı da aydınlık bir gökyüzü ve önünüzde deniz. Ortamın ne kadar huzurlu olduğunu anlatmaya kelimelerim yetersiz kalıyor.


Ertesi gün kahvaltıdan sonra Kaş’ a hareket etmemiz gerekiyor ancak huzurlu ortamı bırakıp gitmek içimizden gelmiyor. Bir daha gelmek üzere, aklımız Kabak’ ta kala kala yine o feci yoldan Faralya’ ya çıkıyoruz. Ama değiyor mu kesinlikle değiyor. Manevi bir duygum olmayan başka bir lokasyondan içim bu kadar buruk ayrıldığımı inanın hatırlamıyorum. Bizi Faralya’ ya çıkaran minibüs arkası yazısında dediği gibi “Keşke her şey Kabak tadı verse” ☺☺

KAŞ

Kabak’ tan Kaş’ a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Yolumuzun üzerinde Saklıkent Kanyonu’ na uğramak istiyoruz ancak yukarıda bahsettiğim gibi sel tehlikesi sebebiyle kapalı olunca, Patara plajını hedef alıyoruz. Patara göz alabildiğinde uzun ve geniş bir kumsal. Bu kadar uzununu görmemiştim. Ne kadar doğru bilemiyorum ama eski çöl filmleri burada çekiliyormuş. Hafif dalgalı yumuşacık kumu olan bir deniz. Geçerken uğrayıp, inanılmaz keyif aldık. Patarayı sevmemizde akşamüstü gitmemizin ve yoğun kalabalığa denk gelmemizin de etkisi olduğu şüphesiz. Patara aynı zamanda caretta carettaların yumurtlama alanı ve sıkı koruma altında.

Ve nihayet son durağımız olan Kaş’ a ulaşıyoruz. Kaş sokakları arasında sanki Avrupada dolaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Akşamında daha önce tavsiye aldığımız Mavikaş adlı tekne turu firmasını buluyoruz. Mavikaş marinada yer alan tur standlarından farklı olarak Uzunçarşı tarafında. Kaş turlarının en önerileni Kekova turu. Kekova turları, Üçağızlardan kalkıyor. Tur şirketi sizi otobüsle Üçağızlara getiriyor ve burada tekneye aktarma yapıyorsunuz. Kesinlikle gidilmesi gereken bir tur, tavsiye ederim.

Kekova turunda birbirinden güzel sulara girip, Likyalıların yaşadığı yerleri kalıntıları görebiliyosunuz. Ama benim için turun en keyifli noktası Kaleköy durağıydı. Turun son adımında karaya çıkıp dolaşacağınız bir köye geliyorsunuz. Tekneden iner inmez yavru bir caretta caretta bizi karşılıyor. Bu köy sanki filmlerde gördüğümüz İtalya kasabası gibiydi. En sevdiğim yerlerden biri oldu. Rehberimizin söylediğine göre köylülerin arası Likyalılarmış ve Likyalıların genetik özelliklerini taşıyorlarmış. Denemeden döneme diyebileceğim bir tavsiye daha: “i am here” adlı dondurmacıyı bul ve keçi sütünden yapılmış dondurmalarının itinayla tadına bak ve bayıl. Böyle bir lezzet yok.


Kaleköy

Kaş’ ta gidebileceğiniz koylara gelirsek, Hidayet Koyu- Blanca Beach’ i mutkala görün. Kalabalığa kalmadan, erken gitmenizde fayda var.

Küçükçakılda enteresan bir durum var; sıcak su ve soğuk su birbirine karışıyor. Üst taraftan soğuk, alt taraftan sıcak su geçebiliyor. İskelelerden oluşan bu bölgede birsürü beach var. Biz tavsiye üzerine Nur Beach’ e gittik. Ancak pek bana göre bir yer değil.

Büyükçakıl ve Limanağzı bölgelerine ise vakit kalmadığından maalesef gidemedik. Yorum yapamıyorum ama Limanağzı aklımda kalmadı değil. Ben gidip göremesem de, Limanağzı için bana gelen tavsiye Nuri Beach idi.

Vee bir de Kaputaş plajı var tabiki. Kaputaş, Kalkan yolu üzerinde bir plaj. Arabanızı yol kenarında bırakıp, 200’ e yakın basamak inerek denize ulaşabiliyorsunuz. Denizin kendisi yukardan göründüğü kadar muazzam değil. Ancak özellikli bir plaj, fotoğraflarından da göreceğiniz üzere denizin rengi kademeli olarak koyulaşıyor.

Kaputaş Plajı

Kaputaş Plajı

Gelelim en motivasyon konusu olan yeme içme önerilerime. Hep balık balık nereye kadar deyip, Zaika Ocakbaşı’ na gitme çabalarımız, mekanın iki hafta boyunca full olduğunu öğrenmemiz ile birlikte sonuçsuz kalıyor. Siz siz olun Zaika’ ya gitmek isterseniz, bayağı bayağı önceden rezervasyonunuzu yaptırın.

Rakı-meze önerisi Üzüm Kızı. Üzüm Kızı’ nın iki ayrı yeri mevcut. Biri çarşıda bulunan Üzüm Kızı Meyhane, diğeri deniz kenarında Üzüm Kızı Bahçe. Her iki mekanın da konseptleri aynı. Biz Üzüm Kızı Bahçe’ ye gitme fıtsatı bulduk, gayet keyifli bir mekandı.

Biraz konsept değiştirelim derseniz, Bilokma ev yemekleri ağırlıklı bir mekan. Lezzetli ve şirin konseptli bir yer ama gitmeden dönmeyin diyemem.

Ayrıca duyduğum ama deneyip yorumlayamadığım mekanları da şöyle sıralayayım. Bahçe Balık, Ruhi Bey, Serdalaki de muhtemelen mutlu ayrılacağınız lezzetlerle doludur.

Birşeyler içip eğlenmek isterseniz “No11” bazı geceler 90’lar konsepli çalıyor. Hemen Kaş meydanında ise Hideaway adlı bir mekan var, bahçesi oldukça keyifli. BSon olarak tavsiye edebileceğim Bilokmanın karşısında Dejavu adlı barın manzarasını beğeneceksiniz.

Kaş’ ı da bitirdikten sonra, yolumuzun üzerinde Kalkan’ ı da es geçmiyoruz. Kalkan mı daha güzel Kaş mı derken karar veremiyoruz. Ancak, Kalkan’ ın daha çok yabancı turiste hitap ettiği konusunda mutabık kalıyoruz.

Dönüş yolunda Burdur' da yer alan Salda Gölü' ne uğramak üzere, yolumuzu biraz uzatıyoruz. Salda Gölü' nün görüntüsü bizi resmen büyülüyor. Fotoğraflar benim gördüğümü göremediğinden ötürü, burada fotoğraf veremiyorum. Ama suyun görüntüsünün tropik adaları aratmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Bu bölge için verebileceğim en önemli tavsiye, genelde denizler taşlık olduğundan deniz ayakkabınızı yanınızdan ayırmayın.

Vee tatilin sonu… Gördüğümüz güzelliklerin iç huzuru İstanbul’ da bizi ne kadar idare edecek göreceğiz☺

20 Temmuz 2017 Perşembe

AMSTERDAM

Tatile gitmenin en sevdiğim taraflarından biri de o yeri keşfetmek, keşfederken öğrenmek. Amsterdam seyahatim için yaptığım keşifte, Hollanda diye bildiğimiz ülkenin Hollanda Krallığı’ nı oluşturan dört ülkeden biri olduğunu öğrendim.  Krallığın diğer üç ülkesi Karayiplerde olsa da krallık, nüfusun ve yüzölçümünün % 98’ ini oluşturan Hollanda’ dan yönetilmekteymiş.


Gezimize gelirsek:) İstanbul- Amsterdam arası yaklaşık 4 saat sürüyor. Amsterdam Schipol Havalimanı’ ndan şehir merkezine tren veya otobüs ile ulaşmak mümkün. Biz treni seçerek, önce Amsterdam Central Station’ a ordan da yürüyerek otelimize ulaşım sağladık. Tren yaklaşık 20 dakikada Central Station (Merkez İstasyon)’ a ulaşıyor. Tren biletleri NS yazılı makinelerden yada gişelerden alınabiliyor. Konakladığınız noktaya göre tren yada otobüs alternatiflerini değerlendirebilirsiniz. Dam Meydanı tarafı için tren, Museumplein veya Leidseplein için otobüs daha kullanışlı gözüküyor.

Merkez İstasyon’ un içinde yiyecek alabileceğiniz mekanlar mevcut. Benim ilk kez Amsterdam’ da gördüğüm bozuk para karşılığı kutulardaki yiyeceğe ulaştığınız hamburgerciler bayağı lezzetliydi tavsiye ederim. İstasyonun içerisinde bulunan Febo da bu tarz bir fastfood mekanı. Lezzeti de başarılı.

Trenden inip, dışarı çıktığınızda arkanızı dönün ve Central Station’ ın görkemli binasıyla karşılaşın. Bu istasyon Amsterdam ulaşım ağının merkezi olarak kabul ediliyor. İstasyonun hemen karşısında ise, tarihi Victoria oteli bulunuyor.

Central Station’ ın önünde bulunan meydanı dik kesen Damrak Caddesi, şehrin en ünlü caddelerinden biri. Damrak Caddesinin neredeyse ¼’ ini kaplayan bir yapı göreceksiniz. Bu eski ve heybetli yapı Beurs Van Berlage adında eski borsa binasıymış. Otelimize giderken Damrak Caddesini dolaşmış oluyoruz. Bu arada konaklama olarak Damrak çevresini tavsiye edebilirim. Böylece tüm gezi noktalarına yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bu arada bisiklet ana ulaşım aracı denebilir. Bu sebeple, aman ha bisikletlilere dikkat edin. Yanınızdan jet hızıyla geçmeleri çok olası. 

Amsterdam’ ın gezilecek görülecek taraflarına gelirsek, her bir köşesi fotoğrafınıza fon olabilecek tablo gibi bir şehir.


İlk durağımız Nieuwe Kerk, yani Yeni Kilise. Adının Yeni Kilise olduğuna aldanmamak gerek, zira şehrin en eski ikinci kilisesiymiş.  Şehrin ilk kilisesi ise Oude Kerk. Nieuwe Kerk’ ün içeriden, Red Light tarafında olan Oude Kerk’ ü ise dışarıdan gördük. Nieuwe Kerk’ ün de içeriden görülebilecek pek bir cazibesi yok. Eğer daha önce Avrupa’ nın bilimum yerlerinde görkemli kiliseleri ziyaret etme fırsatınız olduysa, dışardan görüp geçip, zamanı başka bölgelerde kullanmanızı tavsiye ederim.

İkinci durağımız Dam Meydanı, Yeni Kilisenin arkasına geçtiğimde kendimizi Dam Meydanı’ nda buluyoruz. Meydanın ortasında yer alan National Monument adlı anıt II. Dünya Savaşında ölen Hollandalıları simgeliyormuş. Dam Meydanının etrafında Kralın resmi görüşmeler için kullandığı 3 saraydan biri olan Koninklijk Paleis (Kraliyet Sarayı) bulunuyor. Binanın içine girmedik ancak girip gezmek mümkünmüş.

Meydanın hemen diğer bir tarafında ise dünyanın birçok yerinde mevcut olan Madamme Tussauds müzesi yer alıyor. Madame Tussauds’ da gezinmek ve ünlülere ait balmumu heykelleri ile fotoğraf çektirmek eğlenceli bir deneyim. Madame Tussauds’ u bitirdikten sonra Red Light District tarafına doğru geçilebilir.

Red Light District (De Wallen) insanı hayrete düşürecek cinsten doğrusu. Red Light District kanal boyu ve dar sokaklar olmak üzere kırmızı ışıklı vitrinlerle dolu. Bu ışıklı vitrinlerde her yaşta, renkte ve ırkta kadınlar kendilerini segiliyorlar. Şahsen kadınların böyle bir duruma düşmesi benim içimi sızlattı ve durumdan fazlasıyla rahatsız oldum. Ancak turistik aktivite olarak hergün bir tur atıldı mı Red Lightta, tabi ki atıldı. Denildiğine göre, günümüzde bu vitrinlerin 1/3’ ü kapatılmış. Bu bölgede vitrinlerin yanında önünde uzun kuyruklar göreceğiniz Peep Show gibi farklı alternatifler de mevcut. Bunca uçuk kaçık hadisenin, taşkınlık olmadan seyretmesi insanı hayrete düşürüyor. Benim dikkatimi çeken bir başka ayrıntı da, gün boyu etrafta polis görmüyorsunuz, ancak ne zaman ufak da olsa bir ses yükselse atlı polisler geliyor. Etkileyici bir hadise:)

Yeni güne Anne Frank House ile başlamak istesek de, önündeki uzun kuyruk vazgeçmemize sebep oluyor. Ben çocukken kitabını okuduğum kafamda kendi kendime hayal ettiğim anne Frank’ ın evini çok görmek istemiştim. Siz siz olun, bu müzeyi görmek istiyorsanız, muhakkak internet üzerinden biletlerinizi önceden alın. Nitekim, bir başka gün yine bir ziyaret denememiz olduysa da, yine bir uzun kuyrukla karşılaşıp elimiz boş dönmek durumunda kaldık. Müze Joordan bölgesinde kanal kenarında yer alıyor. İkinci Dünya savaşında Hitler’ den kaçarak gizli bir bölmede yaşayan Yahudi ailenin yaşadığı yerden etkilenmemek mümkün olmaz diye düşünüyorum.

Anne Frank’ tan ümidimizi keserek, Begijnhof’ a yöneliyoruz. Begijnhof, bana göre muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri. Bir bahçe kapısından girip, sıralı Amsterdam evleri ile karılaştığınız avluya bakan bu alan ortaçağda bir grup kadın tarafından kurulan dini grubun yerleşkesiymiş.  Burada yaşayan bekar kadınlara beguines deniyormuş ve görevleri yoksullara yardım etmekmiş. Yazılana göre son Beguin rahibe Antonia’ nın 1971’ de ölümüne kadar işlevini sürdürmüş. Günümüzde ise Begijnhof’ ta rahibeler yerine yaşlı kadınlar ve kız öğrenciler yaşamaktaymış. İnternet bilgilerim bu şekilde, şahsen gördüğüme mutlu olduğum yerlerden biri, size de tavsiye ederim.


Begijnhof bahçesinin kapısı Spui Meydanı’ na açılıyor. Spui meydanı kafelerle dolu hareketli bir meydan. Spui meydanından Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı) ‘a geçiyoruz. Kanalın kenarına kurulan Çiçek Pazarı’ ndan lale vs. alabilirsiniz.

Bloemenmarkt’ ı da gördükten restoranlar, canlı müzik yapan barlar bulunan, şehrin en hareketli bölgelerinden biri olan Leidsplein’ a varıyoruz. Leidspleinda Hard Rock Cafe’ de birşeyler içebilir ya da Holland Casino’ da biraz kumar oynayarak yorgunluk atabilirsiniz.

Üçüncü gün istikamet Heineken Experience. Heineken Experience da eğlenceli bir aktivitenin sonunda heineken yudumluyorsunuz. Heineken’ i gezmesi keyifliydi. Bu bölgeye gelmişken müzelerin yoğun olduğu Museumplein bölgesine doğru ilerliyoruz. Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum (Hollanda Ulusal Müzesi), Stedelijk’ in olduğu meydanda “I Amsterdam” yazısı da bulunuyor.



Bu meydanı da soluduktan sonra, Amsterdam’ ın dillere destan parkı Vondelpark’ a gidiyoruz. Voldelpark’ ı görünce İstanbul’ a lanet etmemek mümkün olmuyor maalesef. Geniş alana yayılmış, insanların nefes aldığı bir cennet.


Veee son olarak Rembrandtplein, De Pijp bölgelerini ve Albert Cuypmarket’ ı sırasıyla geziyoruz. Ancak Albert Cuypmarket Pazar günü olması sebebiyle kapalı olduğundan içine giremiyoruz. Albert Cuypmarket aslında içinde yiyecek dükkanlarının olduğu bir pazarmış. Biz göremedik ancak methedenleri çok.

Amsterdamdaki son günümüzde,  kanal turuna çıkıyoruz. Kanal turu Amsterdamın olmazsa olmazıymış bana göre. Central Station’ ın altında kanalın başladığı noktadan kalkan tekneler mevcut, ve enteresandır ki audio rehberde Türkçe seçenek mevcut. Kanalların arasında Amsterdam’ ı bir de böyle görerek büyüleniyoruz. Bu gezi sırasında öğreniyoruz ki, evler birbirine yaslanmış vaziyette ayakta durabiliyorlar. Dikkat ederseniz, yamuk yumuk duruyorlar. Bu evlerin önlerinde bir kanca fark edeceksiniz, dar olan binalar eşya taşımaya elverişli olmadığından bu kancalar vasıtasıyla eşyalar dışarıdan taşınabiliyormuş. Tekne turunda tek tip masaldan fırlamış Amsterdam evlerinin yanında, tekne evlerin de yanından geçiyoruz.

Anlattıklarımın yanı sıra, köylere günübirlik geziler de mevcut ki, ben yapmadığım için çok pişman oldum. Dam Meydanı’ ndan Volendam, Marken ve Edam gibi köylere günübirlik gezi düzenleyen tur firmaları mevcut. Bu gezilere katılarak Hollanda köylerini de görmeniz mümkün.

Amsterdamla özdeşleşmiş tatlardan bahsedersek, amstel, heineken, grolsch biraları ve gouda, edam peynirleri tadılmalı. 

 

Bizim Amsterdam gezimiz böylece sona eriyor. Gezimizden yaklaşık 1,5 yıl sonra yazılan yazımda birçok şeyi unutmuş olma ihtimalim yüksek. Ancak temel hatları ile gezinizi bu detaylara göre planlayabilirsiniz. Ben yazarken tekrar o kanalların arasında kayboldum, güzel bir tatil geçirmenizi dilerim:)


16 Mayıs 2016 Pazartesi

TORONTO

2015 yılı Eylül ayı sonunda, eşim ile birlikte Toronto’ ya seyahat etme fırsatımız oldu. Beklentim bir hayli düşük olmasına rağmen, şehri yaşadıkça adeta büyülendim diyebilirim. Bir blogda, kötü özellikleri olmayan New York diye okumuştum. New York’ u henüz görmesem de, gerçekten özendirici Amerikan kültürünün yanında, Amerika’ nın kötü özelliklerinden arındırılmış bir dünya var. Suç oranının bir hayli düşük olduğu Toronto, Kuzey Amerika’ nın en temiz ve güvenli şehirlerinden biri olarak biliniyor. 



Ontario gölünün kenarına kurulu bu şehir, dünyanın dört bir yanından gelen göçmen nüfusa sahip. Bu göç alımına paralel olarak da, Chinatown, Greektown, Koreantown, Little Italy, Little Portugal gibi mahalleleri mevcut. Göçmenler, bu mahallelerde etnik kültürlerini yaşatsa da, Kanada’ nın sistemine uyum sağlamışlar. 






İnsanlarına gelirsek, son derece birbirine saygılı ve canayakın. Bir restoranda yada alışveriş esnasında hal hatır soran garson veya görevli ile bolca karşılaşacaksınız. Ve bu durum otomatik pozitif koşullanmanıza sebep olacaktır. 

Toronto Pearson Uluslararası Havalimanı merkezden 27 km uzaklıkta bulunuyor. Havaalanından şehre ulaşımınızı Airport Express adlı otobüsler ile sağlayabilirsiniz. 

Konaklama kısmına gelecek olursak, tek dikkat etmeniz gereken husus otelinizin metro duraklarına yakın olup olmaması diyebilirim. Ama nokta atışı yapmam gerekirse, downtown kısmında yer alan Union ve çevresi konaklamak için ideal bir bölge. Alanı genişletecek olursak, Yonge Street üzerindeki metro duraklarına yakın konum sağlarsanız ulaşımınızın her yere kolay olacağını garanti edebilirim.



Zira şehir içi en yaygın ve kolay toplu taşıma aracı metro. Metro ağı iki hattan oluşuyor ve gitmeniz gereken her yere ulaşımını sağlıyor. Metro haritasını yanınıza alıp, gitmek istediğiniz noktalar hangi duraklara yakınsa not etmenizi tavsiye ederim.

Metro biletlerini haftalık veya tek gidiş şeklinde alabiliyorsunuz. Ancak haftalık biletlerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelecek şeklinde düzenlenmiş. Bu arada, City Pass adında hem ulaşım hem de müze girişleri sağlayan bir kart mevcut, ancak bu kartı hiçbir gezi blogunda görmediğimden, konuyu seyahatim sırasında öğrenme fırsatım oldu. Bu sebeple kartı tecrübe edemediğim gibi detaylarını da öğrenemedim. Araştırmanızı öneririm. 

Gelelim gezimizi planlamaya.

Toronto’ nun gezilecek yerler listesinin başında Royal Ontario Museum geliyor. Yerliler arasında ROM olarak bilinen müzeyi mutlaka görün. ROM’ a Bloor&Yonge metro istasyonunda inip, Bloor Street boyunca 100 mt. yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bloor Street, sağlı sollu güzel mağazalarla dolu geniş bir cadde. Bu caddenin hemen yakınında Yorkville bölgesi bulunuyor. Nezih olan bölgede güzel evler görebilirsiniz. ROM’ a uğramadan önce burayı da görmek isteyebilirsiniz.

ROM’ da Kanada tarihi yanında, çeşitli ülke kültürlerine dair eserler, bitki ve hayvan figürleri ile dinazor maketleri görebilirsiniz. Rom’ un bulunduğu yapı tarihi olmakla birlikte, daha sonra sağa doğru modern bir dizaynla genişletilmiş. Rom’ un hemen köşesinde, Toronto’ da sürekli göreceğiniz seyyar hotdogculardan biri mevcut, denenebilir. Müzenin hemen karşısında ise, Hyatt Park bulunuyor. Şehir manzaralı terasında birşeyler içmeye gidilebilir. Aklınızda bulunsun. 






Rom’ dan Queens Park yönüne doğru ilerlediğinizde, sağ kolda Toronto University karşınıza çıkacak. O sebeple bu bölgede öğrenci nüfus ağırlığını hissedeceksiniz. Biraz daha ilerlediğinizde kendinizi Queens Park’ ta bulacaksınız. Queens Park, öğrencilerin çimenlerde yayılıp, keyif yaptığı güzel bir park.

Queens Parktan çıktığınızda CN Tower’ ı karşınızda görebilirsiniz. Ancak uzaktan gördüğünüz CN Tower’ ın göründüğü kadar yakın olmadığını bilin. Bu kule, şehrin hemen hemen her tarafından görülebiliyor, ancak yaklaşmaya çalıştığınızda sonuç hep hüsran. Bu sebeple CN Tower gezinizi başka zamana bırakarak şimdilik bulunduğunuz bölgenin keyfini çıkarın.



CN Tower' dan vazgeçip Dundas' a yöneliyoruz. Dundas’ a ulaşmaya çalışırken kendimizi Chinatown’ da bulmamız akabinde, Dundas sevdasından da vazgeçiyoruz. Ve bu bölgeye yoğunlaşmaya karar veriyoruz.

Chinatown adı üstünde Çin mahallesi. Market/ mağaza/restoran tabelalarının hepsi Çince. Sokak tabelaları ise hem İngilizce hem de Çince düzenlenmiş. Bu bölgede hediyelik eşya dükkanları göreceksiniz, fiyatları diğer bölgelere göre daha uygun. Değerlendirmenizi öneririm. 






Chinatown’ a gelmişken gezilecek yerler listesindeki Kensington Market’ a uğramanızı tavsiye ederim. Adı market olsa da bu market bildiğimiz marketlerden değil. Sokak boyunca restoran/kafelerin olduğu bir bölgeye Kensington Market adı veriliyor. Etnik, güzel bir bölge. Görülmeye değer. 

Chinatown’ ı bitirdiğinizde Spadina Avenue’ ye varacaksınız. Spadina Avenue’ da kırmızı dragonları göreceksiniz. 


Hala enerjiniz kaldıysa, buraya kadar gelmişken Korean Town, Little Italy ve Little Portugal mahallelerine yürüyerek ulaşabilirsiniz. Benim en otantik bulduğum Chinatown olduğunu belirtmek isterim. Yorgunluktan bitap halde ilk günü bu şekilde bitiriyoruz. 

İkinci gün, güne Distillery District’ te başlıyoruz. Eskiden fabrika alanı olan bu bölge, kafe/restoranların, sanat galerilerinin, çikolata dükkanlarının bulunduğu trafiğe kapalı bir alan haline getirilmiş. Keyifli bir bölge. Yemek yeyip, birşeyler içebilirsiniz. 



Distillery District' ten çıkınca St. Lawrence Market' e yöneliyoruz. Bu Market dünyanın en iyi yiyecek marketleri arasında sayılmaktaymış. Marketten çok bir pazar havasında olduğunu söylemeliyim. Biz deniz ürünleri tercihi ile “Buster' s Sea Cove” u tercih ettik. Gayet lezzetliydi. 

Marketin karşı çaprazında üçgen şeklinde bir bina göreceksiniz. Flatiron building denen, ütü şeklindeki bu bina nın ilk örneği New York' ta yapılmış. 


Toronto’ nun her tarafında Jack Astor’ s adlı bar zinciri ile karşılaşacaksınız. St. Lawrence’ ın hemen yakınında da bu zincir bardan bir adet bulunuyor. Denemek isterseniz, aklınızda bulunsun. St. Lawrence’ ı da gezip, karnımızı doyurduktan sonra, Toronto’ nun simgesi CN Tower’ a çıkmak üzere Union durağına doğru yol alıyoruz. St. Lawrence’ tan yürüyerek ulaştığımız CN Tower’ a metro ile Union durağında inerek de ulaşım sağlayabilirsiniz. 

CN Tower’ a ulaşmak için Front Street West’ i takip ederek ulaşıyoruz. Bu cadde üzerinde Fairmonth Royal York Otel’ in devasa yapısını görebilirsiniz. Kanada Kraliçesi de olan İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, Toronto’ ya geldiğinde bu otelde kalıyormuş. 

Bu geniş caddede yine hotdogculara bol bol rastlayacaksınız. Ve CN Tower’ a ulaşıyoruz. Hızla ilerleyen uzun bir bilet sırasının ardından biletlerimize erişerek, asansör sıramızı beklemeye başlıyoruz. 


Zemini cam olan saatte 22 km hızla yükselen bir asansör ile 447 mt. Yüksekliğe çıkıyoruz. Yukarı çıkmak, 58 saniyemizi alıyor. Benim gibi yükseklikten hoşlanmayan bir insan için geçmesi zor saniyeler.

CN Tower manzarası

CN Tower Canadian National’ ın kısaltmasıymış. Kule iki ayrı yükseklikte şehri 360 derece seyir imkanı sunuyor. 447 mt. de bolca fotoğraf aldıktan sonra, 342 mt. de yer alan zemini camdan olan glass floor kısmına iniyoruz. Bu noktada camın üzerinde yürüyüp, oturup, fotoğraf alabilirsiniz. 

Glass Floor


CN Tower’ dan bakıca şehrin ne kadar yeşil olduğuna bir kez daha şaşırarak, şehre bir kez daha hayran olarak CN Tower turumuzu tamamlıyoruz. CN Tower’ ın hemen yanında Roger Centre bulunuyor. Roger Cetre, Argonuts futbol takımı ile Blue Jays beysbol takımının tavanı açılır kapanır şeklindeki stadyumuymuş. Biz gidip görmesek de meraklılarına duyurulur. 

CN Tower’ dan çıkıp Yonge Street’ e yöneliyoruz.İstikamet Dundas&Yonge Square. Yonge Street 1896 km uzunluğunda dünyanın en uzun caddesiymiş. Dundas ile kesiştiği Dundas&Yonge Square ise, New York’ un meşhur Times Square’ inin muadili olarak kabul edilebilir. Bu meydanda Hard Rock Cafe mevcut. 


Ayrıca Eaton Centre adında Toronto’ nun en iyi avmlerinden biri de bu meydanda bulunuyor. Bu AVM' den beklentiniz büyük olmasın, İstanbul tam anlamıyla bir avm cenneti. Ama illa alışveriş yapacağım derseniz, daha güzel bir avm olan Yorkdale’ i size tavsiye edebilirim. Yorkdale’ e gitmek için metroya binip, Yorkdale durağında inmeniz gerekiyor. 

Ertesi gün küçük bir Toronto gezisi yapıyoruz. Ağırlıklı olarak Yahudilerin yaşadığı Bathurst mahallesinde bir tur atıyoruz.

Daha sonra da, Sör Henry Peltt’ e ait Kanada’ nın en büyük malikanesi olan Casa Loma’ ya gidiyoruz. Casa Loma 98 oda, 30 banyo, 2 gizli geçit ve 240 mt.lik tüneli bulunan günümüzde müze olan Kanada’ nın en büyük evi. 


Toronto’ nun en eski mahallelerinden biri olan The Annex’ ten geçip turumuzu tamamlıyoruz.

Turumuzu bitirerek, şehir merkezini dolaşmaya devam ediyoruz. Şehrin tam merkezinde yer alan King Street West, finans merkezi adeta Wall Street gibi. Şehrin gökdelenleri bu bölgede toplanmış.

Bu bölgede ziyaret edebileceğiniz bir diğer mimari yapı ise, Brookfield Place. (181, Bay St.)


Günü canlı caz dinleyebileceğimiz Rezervoir Lounge ile bitiriyoruz. Güzel müzik, lezzetli kokteylleri ile hoş bir mekan. Caz seviyorsanız kesinlikle gitmelisiniz. (52 Wellington St. East) Hemen yanında Pravda Vodka Bar bulunuyor. Burayı da deneyebilirsiniz. (44 Wellington Street East) 

Ertesi gün adalara gitmeyi planlıyoruz. Toronto’ nun en büyüleyici yerlerinden biri de Toronto Islands. Adalara Harbourfront’ tan kalkan vapurlarla ulaşabilirsiniz. Gidiş dönüş olmak üzere tek bir bilet alınıyor ve yolculuk yaklaşık 10 dk. sürüyor. Toronto Islands üç adadan oluşuyor ve bu üç adaya da vapur seferi mevcut. Kesinlikle görülmesi gerekn yerlerin en başında Toronto Adalarını kaydetmeniz gerekli. 


Adada, tekli ve çftli bisikletler kiralayabileceğiniz gibi muhteşem güzellikteki doğanın tadını çıkarabilirsiniz. 


Yaz aylarında giderseniz, plajını da kullanabilirsiniz.

Adadan baktığınızda şahane bir Toronto manzarası ile karşılaşıyorsunuz. 


Ada ziyaretinden dönünce, Harbourfront’ ta yürüyüş yapabilirsiniz. Bu bölge gece de hareketli oluyor. Mutlaka ziyaret edin. 

Şehirde görülmesi gereken yapılardan biri de Old City Hall. Görkemli bir yapı görmenizi tavsiye ederim. Old City Hall’ un hemen yanında New City Hall mevcut. Önündeki TORONTO yazısında fotoğraf çektirebilirsiniz. Bu binanın önündeki havuzda kışın buz pateni yapılıyormuş. 

Old City Hall

Vee Toronto' nun benim için en iyi tecrübelerinden biri, buz hokeyi maçına gitmekti. Air Canada Centre' da Toronto' nun Maple Leafs takımı ile Montreal takımının karşılaşmasını izleme fırsatımız oldu. Bu deneyim enteresan ve bir o kadar da keyifliydi. Bilet temin edebilirseniz, Kanadanın en popüler iki sporu olan beyzbol veya buz hokeyi maçlarından birine gitmenizi tavsiye ederim. 


Yeyip içme kısmında gelirsek, göçmenlerden oluşan bir şehir olduğu için bir çok dünya mutfağını bu şehirde tatma imkanınız var. Hint, Çin, İtalyan, Meksika mutfağını yoğunlukta olarak görebilirsiniz. 

Kahve kültürü önemli bir yer tutuyor. Adım başı kahve dükkanı görebilirsiniz. Özellikle Tim Hortons adlı kahve zincirinin çok sayıda dükkanı bulunuyor. Ben cafe lattesini tatma imkanım oldu ancak çok kötüydü. Starbucks varken bu alternatifi denğerlendirmeyin bile. Yine kahve zincirlerinden biri Second Cup adlı kahve dükkanlarına da çokça rastlayacaksınız. 

Bar-Pub- Restaurant ihtiyacınız olduğunda karşınıza muhakkak bir Jack Astor’ s çıkacaktır. Yemeğini denemedim ancak mekanları oldukça keyifli. 

Bir akşamınızı İtalyan mutfağına sahip, Terroni Restaurant’ da geçirmenizi tavsiye ederim. Ancak mekan her daim dolu olduğundan mutlaka rezervasyon yapmalısınız. (720 Queen Street West- 57a Adelaide St. East- 1095 Yonge St.- 106 Victoria St.)

Ve son önerim The Burger’ s Priest. Bir çok şubesi olan bu burgerciyi mutlaka denemelisiniz. Küçük, selfservis ile yiyecek aldığınız mekanın burgerleri oldukça lezzetli. Şubelerine internet sayfasından ulaşabilirsiniz. 

Niagara Falls- Niagara On The Lake

Toronto’ ya kadar gelmişken yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki Niagara şelalesini görmemek olmaz diyerek, ertesi gün erkenden Niagara’ ya doğru yola çıkıyoruz. Niagara Şelalesi ABD ile Kanada sınırını oluşturuyor, ancak Kanada tarafından daha görkemli durduğuna dair rivayetler var. Bu sebeple Kanada tarafından görülmesi daha makbul. Giderken, kesin pazarlama harikası diye düşündüğüm Niagara Şelalesi’ ni gördüğümde olayın hiç de düşündüğüm gibi olmadığını anladım:) Zira suya yaklaştığımızda, şelalenin şiddetinden resmen yağmura yakalandık. Bu devasa şelaleyi görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Niagara Şelalesi aslında üç büyük şelaleden oluşuyor. Ancak en büyüğü Horseshoe. Bu şelalede su, yaklaşık 57 mt. yükseklikten düşüyormuş ve yarım dakikada 168.000 m3 su akıtıyormuş. Bu şiddetli akım ABD hem Kanada için elektrik üretimini sağlıyormuş.


Bu bölgede casinolar ağırlıkta. Bekarlığa veda gruplarının buradaki otellere rağbet ettiğini öğreniyoruz. Bölgede birçok kafe/restoran mevcut. Klasik Amerikan kahvaltısı yapmak isterseniz, IHOP adlı bir mekan önerebilirim. Lezzet olarak ahım şahım olmasa da, kültüre adaptasyon açısından güzel bir deneyim olacaktır. 

Niagara Şelalesinin yakınlarında birçok üzüm bağı mevcut ve bu bağlarda şarap tadımı yapmak da mümkün. Araç ile gitmeniz halinde, şarap tadımına da uğramanızı tavsiye ederim. 


Niagara Şelalerinin yakınında Niagara on The Lake adlı bir kasaba bulunuyor. Film seti tadında olan bu kasabayı mutlaka görün. Kasabanın içinde Cow adlı bir dondurmacı bulunuyor, denenebilir.


Dönüş yolunda Red Stone adlı restoranda birşeyler yeyip, lezzetli şaraplarından tadabilirsiniz. (4245 King Street Beamsville ON, L0R)

Ben bu şehri çok beğendim. Bu kadar soğuk ve uzak olmasaydı, yaşamak istediğim şehirlerin başında geleceği kesin.