5 Kasım 2017 Pazar

KAPADOKYA

Kapadokya, Pers dilinde Güzel Atlar Ülkesi anlamına gelmekteymiş. 

İnsan yaşamının Paleotik döneme kadar uzandığı bu bölge tarih boyunca, Hititlerden Frigyalılara, Perslerden Romalılara birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış. 



Bölgenin  kültürel çeşitliliği merak uyandırırken, coğrafyası  ise büyülüyor. Peri bacalarının bu büyülü atmosfere etkisi şüphesiz. 

Peri bacalarının oluşumundan kısaca bahsedersek; eskiden bir iç deniz olan Kapadokya bölgesinin etrafında bulunan Erciyes, Hasan Dağı ve Güllüdağ yanardağlarında meydana gelen volkanik hareketler bu iç denizin kurumasına sebep olmuş ve dağlardan püsküren lavlar deniz çukuruna birikerek, soğuyup sertleşmiş. Sertleşen katmanın üzerine tekrar lav püskürmesi ve soğuması şeklindeki döngü, yanardağlar sönerek faaliyetlerini durdurana kadar devam etmiş. Yanardağlar söndükten sonra ise, bu kez sertleşmiş lavın üzerinden akan akarsular kayaları aşındırarak derin vadiler oluşturmuş. Bu derin vadilerin yamaç kısımları, değişik yönlerden esen rüzgarın aşındırması nedeniyle dalgalı bir görünüm kazanmış. Rüzgarın aşındırması devam ettikçe bazı bölümler ana parçadan ayrılarak peri bacası dediğimiz oluşumları yaratmış. 

İnsanların peribacalarının içerisinde yaşamaya başlamaları ise, Romalı askerlerden kaçan Hristiyanların dini korumak ve yaymak için bu bölgeye yerleşmesi sonucu ortaya çıkmış. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, Hristiyanlar için sığınak vazifesi görmüş ve bölge böylece Hristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline gelmiş. 

Gezme tozma kısmına gelirsek:) Öncelikle verebileceğim en önemli tavsiye şu ki, eğer bölgeye arabasız gelecekseniz, kesinlikle araba kiralamalısınız. Bölgede toplu taşıma yok diyebiliriz. 

Konaklama tavsiyesi isterseniz, Uçhisarı önerebilirim. Konaklama lokasyonunu genişletmek gerekirse, Göreme-Ürgüp- Uçhisar bölgelerinden birinde de konaklayabilirsiniz. Ama Göreme’ de konaklamış biri olarak, bölgeye bir daha daha gitme imkanım olursa Uçhisar bölgesinde kalmayı tercih edeceğimi söyleyebilirim. Peki neden Avanos alternatifinden bahsetmediğime gelirsek; Avanos güzel olmasına çok güzel bir yer ama burada Kapadokyanın otantik atmosferini koklayamadığınızı düşünüyorum. 

Vee gezimize otelimizin bulunduğu Göreme’ den başlıyoruz. Göreme için kayaların oyularak evlere dönüştürüldüğü oteller bölgesi diyebilirim. Adeta peri bacaları ile yaşam alanları iç içe geçmiş durumda. Göreme’ deki yabancı turist popülasyonuna şaşıracaksınız.

Kapadokya’ yı gezmeye başlamak için ideal noktalardan biri Göreme Açık Hava Müzesi. Biz de gezimizin ilk durağını Göreme Açık Hava Müzesi olarak belirliyoruz. Hemen gişeden bir müze kart edinerek, merakla kendimizi turnikelerden içeri atıyoruz.




Göreme Açık Hava Müzesi adı üstünde bir açık hava müzesi. Müzede tam olarak eski bir şehir sergileniyor diyebilirim. Kapadokya bölgesindeki yerleşim yerleri, Hristiyanlığı yaymak için bu bölgeye gelen din adamlarının peri bacalarını oyarak yaşam alanları oluşturması sonucu meydana gelmiş. Düşman tarafından keşfedilip saldırıya maruz kalıncaya kadar yaşanılan bu alanlardan, hayati tehlike söz konusu olduğunda taşınılıyormuş. Göreme Açık Hava müzesi de bu yaşam alanlarından bir tanesi. 



Müzenin içerisinde Rahibeler Manastırı, Elmalı Kilise, Azize Barbara Kilisesi, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Azize Catherine Şapeli, Çarıklı Kilise, İskeletli Kilise bulunuyor. Müzeyi bitirdiğimizde etkilendiğimiz her halimizden belli oluyordur. Ama bu muhteşem mirasa karalanan duvar yazılarını ve oyulan freskleri gördüğümüz her seferde içimiz yandı diyebilirim. 



Açık Hava Müzesini bitirip, Avanos’ a doğru yola çıkıyoruz. Avanos’ a girerken taş bir köprüden geçiyoruz. İki arabanın ucuucuna geçebildiği bu taş köprü her iki yöne de ulaşım sağlıyor. Ayrıca ilçenin diğer ucunda ise sadece yaya geçişine açık tahta bir köprü bulunuyor. Tahta köprünün sallaması sebebiyle biraz tedirgin ettiğini söyleyebilirim:)




İlçenin içinden Kızılırmak’ ın geçişi güzel manzaralar sunuyor. Avanos’ un en önemli simgelerinden biri olan seramik yapımında da Kızılırmak' ın kırmızı toprak ve kilinden oluşan çamur kullanılıyormuş.  

Avanos’ a gelmişken Güray Müze’ ye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Pek hevesle gitmediğimiz müzeye bayıldık diyebilirim. Güray Müze’ de çeşitli devirlere ve aynı zamanda Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerine ait seramik ve çömlek eserlerini görebilirsiniz. İnanın eserlerin kronolojisinden modern yaşam gelişimi izlenebiliyor:) Ayrıca, müzenin başka bir bölümünde günümüz seramik sanatçılarının eserleri de mevcut. Hoş bir detay olarak, müzenin atölye kısmında sanatçıların çalışma alanlarını da görebilir, onları çalışırken seyredebilirsiniz. 

Eserleri görmeyi bitirdiğinizde mağaza tarafına yönlendirileceksiniz. Mağaza içerisinde gezerken de müze kısmındaki kadar keyif alacağınızı garanti edebilirim. Bu bölümde yer alan fosforlu eserleri muhakkak görmelisiniz. 



Ayrıca, içeride bir de çömlek yapım atölyesi var. Eğer yapımını merak ediyorsanız, çömlek yapım workshopuna katılarak kendi çömleğinizi kendiniz yapabilirsiniz. Hatta yaptığınız çömleği size kargo ile gönderebiliyorlar. Tabii bunların hiçbiri bilete dahil değil, ek ücretler içeriyor:) Kargo istemiyorum, eserimi(!) yanıma alacağım derseniz de, 2 gün dokunmadan kurutmak şartıyla, bagaja dahi koyarak taşıyabiliyorsunuz. 



Avanos’ u bitirdikten sonra Göreme yolu üzerinde Çavuşin köyünde duraklıyoruz. Çavuşin’ in en etkileyici kısmı eski şehirle yeni şehrin içiçe olması. Durup havasını solumanızı tavsiye ederim. 

Ertesi gün, Uçhisar kalesine doğru yola çıkıyoruz. Kaleye çıkmak için Uçhisar beldesinin içerisinden geçiyorsunuz. Uçhisar tümüyle butik otellerden oluşan bir yerleşim yeri.

Uçhisar Kalesi' nin bazı bloglarda Sagrada Familia ‘ ya benzetildiğini okumuştum. Gerçekten de andırıyor. Kaleye merdiven basamaklarıyla çıkılıyor ve biraz zahmetli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Kalenin tepesine çıktığınızda, manzara müthiş. Bütün Kapadokya ayaklarınızın altında kalıyor. 



Uçhisar’ a gelmişken Güvercinlik Vadisi’ ni kesinlikle görmelisiniz. Bu manzarayı görüp de etkilenmemek mümkün değil.  Seyir noktasının hemen karşısında Kocabağ şaraplarının satış noktası bulunuyor. 











Uçhisar’ dan ayrılıp Ürgüp’ e doğru yola çıkıyoruz. Ama önce Kapadokya’ nın beni en çok etkileyen kısmı olan köylerine uğruyoruz. Mustafapaşa ve İbrahimpaşa köylerini mutlaka görmelisiniz. 

Köylere hayran kaldıktan sonra Ürgüp’ e ulaşıyoruz. Ürgüp, Göreme gibi turistik bir yer. 

Ürgüp’ te ne yapılır derseniz; Turasan’ da tadım yapıp, şarap alabilirsiniz. 6 şişe ve üstünü adresinize kargo ile gönderebiliyorlar. Turasan’ ın hemen aşağısındaki Asmalı Konak’ ı ziyaret edebilirsiniz. Ardından Temenni Tepesi’ ne çıkıp, Ürgüp’ e bir de kuş bakışı bakıp manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. 







Buralara kadar gelmişken mantı yemeden dönmek istemiyorsanız, tercihinizi Zeytin Cafe’ den yana kullanabilirsiniz. Ürgüp yolu üzerinde park etmiş arabaları görünce meşhur Üçgüzeller peri bacalarına geldiğimizi anlıyoruz. Biz de duraklamayı es geçmiyoruz.

Son günümüzü yer altı şehrine ayırıyoruz. Bu bölgede çok sayıda yer altı şehri bulunsa da, en ünlüleri Derinkuyu ve Kaymaklı. Diğerlerinden daha ünlü olmalarının sebebi, Ihlara yolu üzerinde olmasından mı yoksa tarihi güzelliğinden mi kaynaklandığı meçhul:) Biz daha yakın olan Kaymaklı Yer altı şehrini tercih ediyoruz. Yapımı savunma amaçlı olan bu şehir, 8 kat ve 5000 kişilik bir yaşam kapasiteliymiş. Günümüzde sadece 4 katı gezebiliyoruz. Havalandırma sistemi ve kurgusundan etkilenmemek mümkün değil. Muhakkak görmenizi tavsiye ederim. Enteresan bir deneyim sunacağı garanti diyebilirim. Bu şehirlerde nasıl yaşadıklarına dair empati kurmayı başaramayarak, yer altı şehrinden ayrılıyoruz

Kaymaklı’ dan Ihlara Vadisine yaklaşık 50 dk daha araç kullanmak gerektiğinden, çok istesek de Ihlara Vadisi’ ne zamanımız yetmiyor. 

Vee geri dönerek kaldığımz yerden peri bacalarını keşfetmeye devam ediyoruz. Bu sefer istikametimiz, Paşabağ Vadisi. Paşabağ Vadisinde yürümek gezinin en keyifli kısmıydı diyebilirim. Çünkü burada yürüyüş yolları peribacalarının arasından geçiyor. Ayrıca, şapkalı peri bacalarının en güzel örneklerini burada göreceksiniz. Vadinin sol tarafındaki peri bacaları yaşlı, sağdakiler ise daha genç olanlarıymış. Yıllar geçtikçe soldakiler aşına aşına yok olup, sağdaki bitişik olanlar da aşınarak birbirinden ayrılıp, soldakiler gibi tek peribacası haline geleceklermiş. 





Vadinin girişinden peri bacalarının içerisine oyulan yaşam alanları belli olmuyor. Bunun nedeni ise, evlerini güvenli hale getirmek için görüş açısına ters tarafa girişler koymalarıymış. Bu bölgede dolaşmak çok keyifliydi. Kesinlikle büyüleyici ve görülmeye değer.




Paşabağ Vadisinin az ilerisindeki Zelve Açık Hava Müzesi’ ne doğru yola çıkıyoruz. Zelve Açık Hava Müzesi üç vadiden oluşan uzun bir parkur barındırıyor. Ama yürüdüğünüze değdiğini göreceksiniz. Burada 1952 yılına kadar yaşam olduğunu ve erozyon nedeniyle terk edildiğini öğrenince, şaşkınlığımız bir kat daha artıyor. 



Kapadokya’ da akşamüstü ne mi yapılır? Tabii ki gün batımı izlemek üzere bir vadi bulunur, manzaranın tadı çıkarılır. Kızılçukur gün batımını izlemek için en güzel manzara noktalarından bir tanesi. İsmini renginden alan bu vadide seyir alanları mevcut, şarabınızı içip gün batımının keyfini çıkarabilirsiniz. 








Ve havaalanına giderken Gülşehir yolu üzerindeki Açık Saray’ ı ziyaret ederek gezimizi sonlandırıyoruz. 



Kapadokyanın yeraltı da yer üstü de ayrı gizemler barındırıyor. Tarihsel zenginliğin muhteşem yeryüzü şekilleriyle süslenmesi ile masallardan fırlamış gibi bir coğrafya ortaya çıkıyor. Yanı başımızdaki bu büyülü coğrafyayı mutlaka görün.


22 Ağustos 2017 Salı

FETHİYE- KABAK- KAŞ

FETHİYE


Eşimle birlikte daha önce egenin bazı bölgelerine gitmiş olsak da, her tarafını keşfedebilmek adına kendimize her yaz birkaç yer görebileceğimiz ama bizi çok da fazla yormayacak rotalar oluşturmaya karar verdik. Geçen yaz çıktığımız Dalyan- Akyaka- Datça- Bodrum turunu Muğla’ nın güzelliklerinin farkındalığıyla tamamlayıp, bu yaz için yeni rotamızı belirledik. İstikamet sırasıyla Fethiye, Kabak, Kaş☺


Fethiye’ ye bayıldım, Kabak’ a aşık oldum, Kaş’ a gelince, Kaş’ ın büyüsü yanında Fethiyeninkini unuttum bile diyebilirim☺ Lafı daha fazla dolandırmadan gezimizden bahsetmeye başlıyorum.

İstanbul- Fethiye arası yaklaşık 10 saat sürüyor. İstanbul’ dan gece yarısı çıkarak 11:00’ de Fethiye’ de oluyoruz. Fethiye’ de konaklamanızı seçerken marinaya yakın bölgeleri tercih etmenizi tavsiye ederim. Böylece akşamları arabaya bağımlı kalmadan gezebilirsiniz.

Fethiye denilince ilk akla gelen yerlerden biri tabii ki Ölüdeniz. Bizim de ilk durağımız Ölüdeniz oluyor. Ölüdeniz Fethiye merkeze yaklaşık 15 dakika uzaklıkta. Ovacık Mahallesinden geçtikten sonra Ölüdenizi görmeden önce bizi Belcekız plajı karşılıyor. Belcekız plajı ve Ölüdeniz aynı koy içinde diyebiliriz. Belcekızdan devam ettiğinizde otopark girişi mevcut, Ölüdeniz için aracınızı burada bırakmanız gerekiyor. Ölüdeniz, bana göre tam bir para tuzağı, giriş ücretini hatırlamıyorum ancak iki şezlong bir şemsiye 45 TL ve bu ücrete herhangi bir içecek vs. dahil olmuyor.

Ölüdenizi anlatmam gerekirse, muhteşem bir deniz ve doğayla karşı karşıya kalıyorsunuz ancak tıkış tıkış sıralı şezlonglar ve kalabalık pek keyif vermiyor. Ama gitmeden dönülmemesi gereken yerlerden olduğu için, denizinin ince çakıl olduğu ve ayakları acıtmadığı detayını vermek isterim. Ölüdenizde yüzecekseniz, kesinlikle Blue Lagoon’ a kadar gelmenizi tavsiye ederim. Lagünün sağ tarafı çocuklu ailelere daha fazla hitap ediyor, ama çocuksuz ve bir nebze daha açık deniz severim diyorsanız sol tarafı tercih edin derim.

Eğer yamaç paraşütü hevesiniz varsa, Fethiye bunun için dünyada sayılı yerlerden biriymiş. Muhakkak denmeli. Benim yükseklik korkum denememe elvermese de, tecrübe edenlerin anlatışlarından bile o adrenalini adeta yaşıyorsunuz. Ancak Ölüdeniz’ in üstünden taklalar atarak süzülen paraşütler bir kısım ürkütüyor☺

Geliyoruz bir diğer doğa harikası olan Kelebekler Vadisi’ ne, Kelebekler Vadisinin karadan ulaşımı yok. Sadece deniz yoluyla gidebiliyorsunuz. Nasıl gidebiliriz derseniz; şöyle ki, Ölüdeniz, Kelebekler Vadisi’ ni kapsayan tekne turları olduğu gibi, sadece Kelebekler Vadisine ulaşım sağlayan tekne dolmuşlar da mevcut. Bizim de tercih ettiğimiz tekne dolmuşlar Ölüdeniz’ den kalkıyor ve gidiş dönüş ücreti 20 TL. Saatlerini öğrenip 30 dk.lık yolculukla Kelebekler Vadisi’ ne ulaşabilirsiniz. Kelebekler Vadisi, ölüdenizin birkaç koy yanında kalıyor.


İlk ulaştığımızda, günübirlik gezi tekneleri ile karşılaşıyoruz ve Kelebekler Vadisi’ nin ruhuna tezat oluşturduğu düşüncesiyle hayal kırıklığı yaşasak da, tekneler koydan çekilip, sakinlik ve huzur koyu ele geçirdiğinde vadiye bayılıyoruz.

Kelebekler Vadisi- Denizden Görünüm

Fethiye’ ye gelmişken tekne turu yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Marinada birçok tekne turu standı göreceksiniz. Biz en tenhası, en sessizi vs. ararken minimum 80 kişilik turlar olduğunu görünce yıkıldık. İçlerinden en beğendiğimiz Fulya10 adlı tekne turu oldu. Fethiye Bölgesinde en çok tavsiye edilen Göcek koylarını dolaşan onikiadalar turu. Onikiadalar turunda sizi muhteşem denizlerin beklediğini söylememe gerek yok herhalde. Çok da memnun kaldık. Ayrıca, özel kiralayabileceğiniz tekneler de mevcut, ancak fiyatları turlara göre tabii ki daha yüksek.

Yassıca Adası

Fethiye’ de görülmesi gereken yerlerden biri de Kayaköy. Eskiden Rumların yaşadığı bu köyün sakinleri, mübadele döneminde evlerini terk etmek zorunda kalmış. Senelerin geçmesi ile evler harabeye dönmüş. İnsanın içini acıtan, buruklaştıran hüzünlü bir yer Kayaköy.

Kayaköy’ e gelmişken “Cinbal” a uğramadan sakın dönmeyin. Cinbal "kendin pişir kendin ye" tarzı bir mekan. İçeriye girdiğimiz ilk andan itibaren suratımıza mutluluk ifadesi yayıldı adeta. Ağaçların altına atılmış masalar, inceden bir enstrümantal müzik, yanıbaşınızda mangalınız, lezzetli etler, güleryüzlü servis hepsi birleşince mekandan mutlu ayrılmamak kaçınılmaz.

Yemekten bahsetmişken, Hilmi Restaurant’ a bir akşamınızı ayırarak balık pazarının havasını solumanızı tavsiye ederim. Balık pazarında, balıkçılardan aldığınız balığı oturacağınız restoranda yaptırabiliyorsunuz. Arasıcaklar ve mezeleri ise mekandan almanız mümkün. Zaman zaman çalgıcıların masalara uğraması biraz Kumkapı havası veriyor. Herşey çok lezzetliydi, mutlaka gidilmeli. Bir diğer yemek önerisi ise Grida Restaurant. Akya balığını ilk kez burda tatma fırsatım oldu. Mekanda lezzetler de şahaneydi. Bunların haricinde marinadan ilerlediğinizde birçok denize sıfır balıkçı göreceksiniz. Ayaküstü birşeyler atıştıralım derseniz, Cezayir Usta’ da döner yiyebilirsiniz. Biz gittiğimizde dükkanı kapatmış olduğundan deneyemedik ama çok da merak ettik. Siz denerseniz yorumlarınızı bana buradan yazarsanız sevinirim. Bir de dondurma önerisi vererek, yeme içme faslını kapatıyorum. Merkezde Baba Dondurma’ da dondurma yerseniz, inanın pişman olmayacaksınız.

Fethiye’ de başkaca gezebileceğiniz noktalar ise, Gemile Koyu, Çalış Plajı, Tlos Antik Kenti, Saklıkent Kanyonu ve Gizlikent Şelalesi’ ni sayabiliriz. Saklıkent Kanyonuna kadar gittik ancak sağanak yağmura denk geldiğimizden, sel tehlikesi sebebiyle içeri almıyorlardı. Biz kanyonu göremedik ama fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla gidilip görülmeye değer.

Böylece Fethiye gezimizi noktalıyoruz. Tekrar gidilesi yerlerden biri☺

KABAK KOYU

Fethiye’ de 3 gece konaklayıp, 1 gecemizi ayırdığımız Kabak Koyu’ na doğru yola koyuluyoruz. Kabak Koyu’ na gitmek için Ölüdeniz yolu üzerinden Faralya’ ya gitmeniz gerekiyor. Faralya’ ya giderken Kelebekler Vadisi’ ni bir de tepeden göreceksiniz. Muhakkak durup bir fotoğraf alın derim. Yukarıdan görülen manzaranın şaşaası aşağıdan da fazla.

Kuş bakışı Kelebekler Vadisi

Vee Faralya’ ya ulaşıyoruz. Kabak Koyu’ na arabayla ulaşamıyorsunuz. Faralya’ da arabanızı bırakıp, servislere binmeniz gerekiyor. Faralya köyüne girdikten sonra otopark alanı görsek de, özellikle bize söylendiği gibi köyün en ucuna kadar gidiyoruz. Artık araç girişi yapılmayan noktaya geldiğimizde, sağ tarafta durak, sol tarafta otopark görüp, artık aracı bırakma vakti geldiğini anlıyoruz. Aracımızı burada bırakıp yanımıza bir günlük eşyalarımızı alarak, bizi koya ulaştıracak minibüse yerleşiyoruz.

Bu ana kadar her şey çok güzel, keyfimiz yerinde ve duyduklarımızın bizde bıraktığı izlerle Kabak’ tan beklentimiz bir hayli yüksek. Ve o minibüsün hareket etmesiyle daracık uçurum kenarlı bir yoldan yokuş aşağı kaptırıyoruz. “Herhalde şoför alışıktır bu yolu inip çıkmaya” diye iç rahatlatma çabaları, “bu yolun bir de çıkışı var” diye düşünerek girilen stresler ile yaklaşık 15 dk süren bol hoplamalı bir yolculukla Kabak’ a ulaşıyoruz. İndiğimde ön koltuğu sıkmanın verdiği ellerdeki acıma hissini de belirteyim de yolun vahametini bir nebze açıklamaya faydası olsun.

İşte Kabak Koyuna geldik. Otele ulaşmamızla birlikte az önce çekilen yolun eziyetini unutmamız bir oluyor. Bozulup kalabalıklaşmadan, bir gece kalarak buranın tadını çıkarmanızı gönülden, içten, dolu dolu (artık nasıl en etkilisi ise) tavsiye ederim.


Koyda birkaç konaklama alternatifi var. Biz denize en yakın olan Chakra Beach Kabak’ ta kaldık. Bungalovların mimarisine ve çalışanlarına bayıldık.



Kabak’ ta vaktimizi nasıl geçirdiğimize gelirsek, bizim vaktimiz kısıtlı olduğundan yakınında bulunan üç koya gitmeye karar verdik. Bu koylara sürat teknesi kiralayarak gidebiliyorsunuz. Motor size mini tur yaptırıyor. Eğer Kabak’ a gidip de bu koyları görmezseniz çok yazık. Zira bir gün önce Göcek koylarında denize girmiş biri olarak, onlar Marmara bu Maldivler denizi deyip durumu abartıp abartıp anlata anlata bitiremeyebilirim. Bu arada onikiadalar turunda gittiğimiz Göcek koylarının denizi de muhteşemdi haksızlık etmeyelim.

Tekne bizi sırasıyla Korsan Koyu, Soğuksu ve Cennet Koyuna götürdü. En acayip olanı ise Soğuksu. Her koyda, "bu nasıl bir deniz" deyip, gördüğü renge şaşırır mı insan. Bitmeyen bir şaşkınlık duygusu yaşadım:) Gördüğüm en muhteşem sularda (Palamutbükü’ ne asla haksızlık etmek istemem. Datça’ nın suları da bir başka. ) keyifli zamanlar geçirdikten sonra tekne sizi geri Kabak Koyu’ na bırakıyor. Kabak koyundaki deniz o bölge için sıradan kaldığından denize girip girmemek arasında gidip geliyorsunuz.

Soğuksu

Kabak’ta gece ne yapılır? Biz ay ışığı altında oturup sohbet etmeyi seçtik. Ancak biraz yukarıda canlı müzik yapan yerler de varmış. Sadece cırcır böceklerinin sesi, kapkaranlık olmasına rağmen ay ve yıldızların aydınlattığı ve bayağı da aydınlık bir gökyüzü ve önünüzde deniz. Ortamın ne kadar huzurlu olduğunu anlatmaya kelimelerim yetersiz kalıyor.


Ertesi gün kahvaltıdan sonra Kaş’ a hareket etmemiz gerekiyor ancak huzurlu ortamı bırakıp gitmek içimizden gelmiyor. Bir daha gelmek üzere, aklımız Kabak’ ta kala kala yine o feci yoldan Faralya’ ya çıkıyoruz. Ama değiyor mu kesinlikle değiyor. Manevi bir duygum olmayan başka bir lokasyondan içim bu kadar buruk ayrıldığımı inanın hatırlamıyorum. Bizi Faralya’ ya çıkaran minibüs arkası yazısında dediği gibi “Keşke her şey Kabak tadı verse” ☺☺

KAŞ

Kabak’ tan Kaş’ a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Yolumuzun üzerinde Saklıkent Kanyonu’ na uğramak istiyoruz ancak yukarıda bahsettiğim gibi sel tehlikesi sebebiyle kapalı olunca, Patara plajını hedef alıyoruz. Patara göz alabildiğinde uzun ve geniş bir kumsal. Bu kadar uzununu görmemiştim. Ne kadar doğru bilemiyorum ama eski çöl filmleri burada çekiliyormuş. Hafif dalgalı yumuşacık kumu olan bir deniz. Geçerken uğrayıp, inanılmaz keyif aldık. Patarayı sevmemizde akşamüstü gitmemizin ve yoğun kalabalığa denk gelmemizin de etkisi olduğu şüphesiz. Patara aynı zamanda caretta carettaların yumurtlama alanı ve sıkı koruma altında.

Ve nihayet son durağımız olan Kaş’ a ulaşıyoruz. Kaş sokakları arasında sanki Avrupada dolaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Akşamında daha önce tavsiye aldığımız Mavikaş adlı tekne turu firmasını buluyoruz. Mavikaş marinada yer alan tur standlarından farklı olarak Uzunçarşı tarafında. Kaş turlarının en önerileni Kekova turu. Kekova turları, Üçağızlardan kalkıyor. Tur şirketi sizi otobüsle Üçağızlara getiriyor ve burada tekneye aktarma yapıyorsunuz. Kesinlikle gidilmesi gereken bir tur, tavsiye ederim.

Kekova turunda birbirinden güzel sulara girip, Likyalıların yaşadığı yerleri kalıntıları görebiliyosunuz. Ama benim için turun en keyifli noktası Kaleköy durağıydı. Turun son adımında karaya çıkıp dolaşacağınız bir köye geliyorsunuz. Tekneden iner inmez yavru bir caretta caretta bizi karşılıyor. Bu köy sanki filmlerde gördüğümüz İtalya kasabası gibiydi. En sevdiğim yerlerden biri oldu. Rehberimizin söylediğine göre köylülerin arası Likyalılarmış ve Likyalıların genetik özelliklerini taşıyorlarmış. Denemeden döneme diyebileceğim bir tavsiye daha: “i am here” adlı dondurmacıyı bul ve keçi sütünden yapılmış dondurmalarının itinayla tadına bak ve bayıl. Böyle bir lezzet yok.


Kaleköy

Kaş’ ta gidebileceğiniz koylara gelirsek, Hidayet Koyu- Blanca Beach’ i mutkala görün. Kalabalığa kalmadan, erken gitmenizde fayda var.

Küçükçakılda enteresan bir durum var; sıcak su ve soğuk su birbirine karışıyor. Üst taraftan soğuk, alt taraftan sıcak su geçebiliyor. İskelelerden oluşan bu bölgede birsürü beach var. Biz tavsiye üzerine Nur Beach’ e gittik. Ancak pek bana göre bir yer değil.

Büyükçakıl ve Limanağzı bölgelerine ise vakit kalmadığından maalesef gidemedik. Yorum yapamıyorum ama Limanağzı aklımda kalmadı değil. Ben gidip göremesem de, Limanağzı için bana gelen tavsiye Nuri Beach idi.

Vee bir de Kaputaş plajı var tabiki. Kaputaş, Kalkan yolu üzerinde bir plaj. Arabanızı yol kenarında bırakıp, 200’ e yakın basamak inerek denize ulaşabiliyorsunuz. Denizin kendisi yukardan göründüğü kadar muazzam değil. Ancak özellikli bir plaj, fotoğraflarından da göreceğiniz üzere denizin rengi kademeli olarak koyulaşıyor.

Kaputaş Plajı

Kaputaş Plajı

Gelelim en motivasyon konusu olan yeme içme önerilerime. Hep balık balık nereye kadar deyip, Zaika Ocakbaşı’ na gitme çabalarımız, mekanın iki hafta boyunca full olduğunu öğrenmemiz ile birlikte sonuçsuz kalıyor. Siz siz olun Zaika’ ya gitmek isterseniz, bayağı bayağı önceden rezervasyonunuzu yaptırın.

Rakı-meze önerisi Üzüm Kızı. Üzüm Kızı’ nın iki ayrı yeri mevcut. Biri çarşıda bulunan Üzüm Kızı Meyhane, diğeri deniz kenarında Üzüm Kızı Bahçe. Her iki mekanın da konseptleri aynı. Biz Üzüm Kızı Bahçe’ ye gitme fıtsatı bulduk, gayet keyifli bir mekandı.

Biraz konsept değiştirelim derseniz, Bilokma ev yemekleri ağırlıklı bir mekan. Lezzetli ve şirin konseptli bir yer ama gitmeden dönmeyin diyemem.

Ayrıca duyduğum ama deneyip yorumlayamadığım mekanları da şöyle sıralayayım. Bahçe Balık, Ruhi Bey, Serdalaki de muhtemelen mutlu ayrılacağınız lezzetlerle doludur.

Birşeyler içip eğlenmek isterseniz “No11” bazı geceler 90’lar konsepli çalıyor. Hemen Kaş meydanında ise Hideaway adlı bir mekan var, bahçesi oldukça keyifli. BSon olarak tavsiye edebileceğim Bilokmanın karşısında Dejavu adlı barın manzarasını beğeneceksiniz.

Kaş’ ı da bitirdikten sonra, yolumuzun üzerinde Kalkan’ ı da es geçmiyoruz. Kalkan mı daha güzel Kaş mı derken karar veremiyoruz. Ancak, Kalkan’ ın daha çok yabancı turiste hitap ettiği konusunda mutabık kalıyoruz.

Dönüş yolunda Burdur' da yer alan Salda Gölü' ne uğramak üzere, yolumuzu biraz uzatıyoruz. Salda Gölü' nün görüntüsü bizi resmen büyülüyor. Fotoğraflar benim gördüğümü göremediğinden ötürü, burada fotoğraf veremiyorum. Ama suyun görüntüsünün tropik adaları aratmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Bu bölge için verebileceğim en önemli tavsiye, genelde denizler taşlık olduğundan deniz ayakkabınızı yanınızdan ayırmayın.

Vee tatilin sonu… Gördüğümüz güzelliklerin iç huzuru İstanbul’ da bizi ne kadar idare edecek göreceğiz☺

20 Temmuz 2017 Perşembe

AMSTERDAM

Tatile gitmenin en sevdiğim taraflarından biri de o yeri keşfetmek, keşfederken öğrenmek. Amsterdam seyahatim için yaptığım keşifte, Hollanda diye bildiğimiz ülkenin Hollanda Krallığı’ nı oluşturan dört ülkeden biri olduğunu öğrendim.  Krallığın diğer üç ülkesi Karayiplerde olsa da krallık, nüfusun ve yüzölçümünün % 98’ ini oluşturan Hollanda’ dan yönetilmekteymiş.


Gezimize gelirsek:) İstanbul- Amsterdam arası yaklaşık 4 saat sürüyor. Amsterdam Schipol Havalimanı’ ndan şehir merkezine tren veya otobüs ile ulaşmak mümkün. Biz treni seçerek, önce Amsterdam Central Station’ a ordan da yürüyerek otelimize ulaşım sağladık. Tren yaklaşık 20 dakikada Central Station (Merkez İstasyon)’ a ulaşıyor. Tren biletleri NS yazılı makinelerden yada gişelerden alınabiliyor. Konakladığınız noktaya göre tren yada otobüs alternatiflerini değerlendirebilirsiniz. Dam Meydanı tarafı için tren, Museumplein veya Leidseplein için otobüs daha kullanışlı gözüküyor.

Merkez İstasyon’ un içinde yiyecek alabileceğiniz mekanlar mevcut. Benim ilk kez Amsterdam’ da gördüğüm bozuk para karşılığı kutulardaki yiyeceğe ulaştığınız hamburgerciler bayağı lezzetliydi tavsiye ederim. İstasyonun içerisinde bulunan Febo da bu tarz bir fastfood mekanı. Lezzeti de başarılı.

Trenden inip, dışarı çıktığınızda arkanızı dönün ve Central Station’ ın görkemli binasıyla karşılaşın. Bu istasyon Amsterdam ulaşım ağının merkezi olarak kabul ediliyor. İstasyonun hemen karşısında ise, tarihi Victoria oteli bulunuyor.

Central Station’ ın önünde bulunan meydanı dik kesen Damrak Caddesi, şehrin en ünlü caddelerinden biri. Damrak Caddesinin neredeyse ¼’ ini kaplayan bir yapı göreceksiniz. Bu eski ve heybetli yapı Beurs Van Berlage adında eski borsa binasıymış. Otelimize giderken Damrak Caddesini dolaşmış oluyoruz. Bu arada konaklama olarak Damrak çevresini tavsiye edebilirim. Böylece tüm gezi noktalarına yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bu arada bisiklet ana ulaşım aracı denebilir. Bu sebeple, aman ha bisikletlilere dikkat edin. Yanınızdan jet hızıyla geçmeleri çok olası. 

Amsterdam’ ın gezilecek görülecek taraflarına gelirsek, her bir köşesi fotoğrafınıza fon olabilecek tablo gibi bir şehir.


İlk durağımız Nieuwe Kerk, yani Yeni Kilise. Adının Yeni Kilise olduğuna aldanmamak gerek, zira şehrin en eski ikinci kilisesiymiş.  Şehrin ilk kilisesi ise Oude Kerk. Nieuwe Kerk’ ün içeriden, Red Light tarafında olan Oude Kerk’ ü ise dışarıdan gördük. Nieuwe Kerk’ ün de içeriden görülebilecek pek bir cazibesi yok. Eğer daha önce Avrupa’ nın bilimum yerlerinde görkemli kiliseleri ziyaret etme fırsatınız olduysa, dışardan görüp geçip, zamanı başka bölgelerde kullanmanızı tavsiye ederim.

İkinci durağımız Dam Meydanı, Yeni Kilisenin arkasına geçtiğimde kendimizi Dam Meydanı’ nda buluyoruz. Meydanın ortasında yer alan National Monument adlı anıt II. Dünya Savaşında ölen Hollandalıları simgeliyormuş. Dam Meydanının etrafında Kralın resmi görüşmeler için kullandığı 3 saraydan biri olan Koninklijk Paleis (Kraliyet Sarayı) bulunuyor. Binanın içine girmedik ancak girip gezmek mümkünmüş.

Meydanın hemen diğer bir tarafında ise dünyanın birçok yerinde mevcut olan Madamme Tussauds müzesi yer alıyor. Madame Tussauds’ da gezinmek ve ünlülere ait balmumu heykelleri ile fotoğraf çektirmek eğlenceli bir deneyim. Madame Tussauds’ u bitirdikten sonra Red Light District tarafına doğru geçilebilir.

Red Light District (De Wallen) insanı hayrete düşürecek cinsten doğrusu. Red Light District kanal boyu ve dar sokaklar olmak üzere kırmızı ışıklı vitrinlerle dolu. Bu ışıklı vitrinlerde her yaşta, renkte ve ırkta kadınlar kendilerini segiliyorlar. Şahsen kadınların böyle bir duruma düşmesi benim içimi sızlattı ve durumdan fazlasıyla rahatsız oldum. Ancak turistik aktivite olarak hergün bir tur atıldı mı Red Lightta, tabi ki atıldı. Denildiğine göre, günümüzde bu vitrinlerin 1/3’ ü kapatılmış. Bu bölgede vitrinlerin yanında önünde uzun kuyruklar göreceğiniz Peep Show gibi farklı alternatifler de mevcut. Bunca uçuk kaçık hadisenin, taşkınlık olmadan seyretmesi insanı hayrete düşürüyor. Benim dikkatimi çeken bir başka ayrıntı da, gün boyu etrafta polis görmüyorsunuz, ancak ne zaman ufak da olsa bir ses yükselse atlı polisler geliyor. Etkileyici bir hadise:)

Yeni güne Anne Frank House ile başlamak istesek de, önündeki uzun kuyruk vazgeçmemize sebep oluyor. Ben çocukken kitabını okuduğum kafamda kendi kendime hayal ettiğim anne Frank’ ın evini çok görmek istemiştim. Siz siz olun, bu müzeyi görmek istiyorsanız, muhakkak internet üzerinden biletlerinizi önceden alın. Nitekim, bir başka gün yine bir ziyaret denememiz olduysa da, yine bir uzun kuyrukla karşılaşıp elimiz boş dönmek durumunda kaldık. Müze Joordan bölgesinde kanal kenarında yer alıyor. İkinci Dünya savaşında Hitler’ den kaçarak gizli bir bölmede yaşayan Yahudi ailenin yaşadığı yerden etkilenmemek mümkün olmaz diye düşünüyorum.

Anne Frank’ tan ümidimizi keserek, Begijnhof’ a yöneliyoruz. Begijnhof, bana göre muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri. Bir bahçe kapısından girip, sıralı Amsterdam evleri ile karılaştığınız avluya bakan bu alan ortaçağda bir grup kadın tarafından kurulan dini grubun yerleşkesiymiş.  Burada yaşayan bekar kadınlara beguines deniyormuş ve görevleri yoksullara yardım etmekmiş. Yazılana göre son Beguin rahibe Antonia’ nın 1971’ de ölümüne kadar işlevini sürdürmüş. Günümüzde ise Begijnhof’ ta rahibeler yerine yaşlı kadınlar ve kız öğrenciler yaşamaktaymış. İnternet bilgilerim bu şekilde, şahsen gördüğüme mutlu olduğum yerlerden biri, size de tavsiye ederim.


Begijnhof bahçesinin kapısı Spui Meydanı’ na açılıyor. Spui meydanı kafelerle dolu hareketli bir meydan. Spui meydanından Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı) ‘a geçiyoruz. Kanalın kenarına kurulan Çiçek Pazarı’ ndan lale vs. alabilirsiniz.

Bloemenmarkt’ ı da gördükten restoranlar, canlı müzik yapan barlar bulunan, şehrin en hareketli bölgelerinden biri olan Leidsplein’ a varıyoruz. Leidspleinda Hard Rock Cafe’ de birşeyler içebilir ya da Holland Casino’ da biraz kumar oynayarak yorgunluk atabilirsiniz.

Üçüncü gün istikamet Heineken Experience. Heineken Experience da eğlenceli bir aktivitenin sonunda heineken yudumluyorsunuz. Heineken’ i gezmesi keyifliydi. Bu bölgeye gelmişken müzelerin yoğun olduğu Museumplein bölgesine doğru ilerliyoruz. Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum (Hollanda Ulusal Müzesi), Stedelijk’ in olduğu meydanda “I Amsterdam” yazısı da bulunuyor.



Bu meydanı da soluduktan sonra, Amsterdam’ ın dillere destan parkı Vondelpark’ a gidiyoruz. Voldelpark’ ı görünce İstanbul’ a lanet etmemek mümkün olmuyor maalesef. Geniş alana yayılmış, insanların nefes aldığı bir cennet.


Veee son olarak Rembrandtplein, De Pijp bölgelerini ve Albert Cuypmarket’ ı sırasıyla geziyoruz. Ancak Albert Cuypmarket Pazar günü olması sebebiyle kapalı olduğundan içine giremiyoruz. Albert Cuypmarket aslında içinde yiyecek dükkanlarının olduğu bir pazarmış. Biz göremedik ancak methedenleri çok.

Amsterdamdaki son günümüzde,  kanal turuna çıkıyoruz. Kanal turu Amsterdamın olmazsa olmazıymış bana göre. Central Station’ ın altında kanalın başladığı noktadan kalkan tekneler mevcut, ve enteresandır ki audio rehberde Türkçe seçenek mevcut. Kanalların arasında Amsterdam’ ı bir de böyle görerek büyüleniyoruz. Bu gezi sırasında öğreniyoruz ki, evler birbirine yaslanmış vaziyette ayakta durabiliyorlar. Dikkat ederseniz, yamuk yumuk duruyorlar. Bu evlerin önlerinde bir kanca fark edeceksiniz, dar olan binalar eşya taşımaya elverişli olmadığından bu kancalar vasıtasıyla eşyalar dışarıdan taşınabiliyormuş. Tekne turunda tek tip masaldan fırlamış Amsterdam evlerinin yanında, tekne evlerin de yanından geçiyoruz.

Anlattıklarımın yanı sıra, köylere günübirlik geziler de mevcut ki, ben yapmadığım için çok pişman oldum. Dam Meydanı’ ndan Volendam, Marken ve Edam gibi köylere günübirlik gezi düzenleyen tur firmaları mevcut. Bu gezilere katılarak Hollanda köylerini de görmeniz mümkün.

Amsterdamla özdeşleşmiş tatlardan bahsedersek, amstel, heineken, grolsch biraları ve gouda, edam peynirleri tadılmalı. 

 

Bizim Amsterdam gezimiz böylece sona eriyor. Gezimizden yaklaşık 1,5 yıl sonra yazılan yazımda birçok şeyi unutmuş olma ihtimalim yüksek. Ancak temel hatları ile gezinizi bu detaylara göre planlayabilirsiniz. Ben yazarken tekrar o kanalların arasında kayboldum, güzel bir tatil geçirmenizi dilerim:)